• 8 Kasım 2017
  • Volkan Çifteci
  • 0
Paylaş

Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı kitabında, gerçekten üzerine kafa yorulması gereken tek bir felsefi sorun olduğunu söyler: yaşamın yaşamaya değer olup olmadığı sorunu, yani intihar (2004: 15). Her ne kadar boş bir çaba olsa da, Sisifos’un, bir kayayı, her gün tekrar tekrar, bir tepenin zirvesine taşıması gibi, insanın da her şeye rağmen bu uyumsuz, anlamsız ve belirli bir kalıba dökülemeyen yaşamına devam etmesi gerektiğini öne sürer. Bu nedenle, Camus’a göre yaşamaya devam etmek bir başkaldırıdır. Yaşamaya devam eden herkesin, onun yaşamaya değer olup olmadığı sorusunu derinlemesine ele alıp cevaplandırdığını varsayamasak da, yaşamaya devam edenler için şu aşamadaki asıl önemli soru: “Ben kimim?”, sorusudur.

Delphi tapınağındaki “kendini tanı” (know thyself) yazısı, Sokrates’e, şu hayatta en önemli olan şeyin, insanın kendini keşfetmesi olduğunu ve bunun da, eğer başarılabilecekse, ancak yaşam boyu sürecek bir sorgulamayla başarılabileceğini göstermişti. Kim olduğum veya kendiliğime dair bilgim verili bir şey değildir; bu bilgi peşine düşülecek, aranıp bulunacak, keşfedilecek bir şeydir. Burada, statik ve dinamik benlik algıları arasındaki fark önem taşımaktadır. Kısaca, statik benlik, belirlenmiş, durağan ve değişime açık olmayan bir benlik algısına gönderme yaparken, dinamik benlik, bunun aksine, devingen, gelişip değişebilen, hatta yaşam boyu bir çabayla kurulması gereken bir benlik algısına işaret eder.

“Ben kimim?” sorusu; hangi inanışa mensup olduğumuz – veya olmadığımız – hangi ırktan olduğumuz, hangi ülkenin vatandaşı olduğumuz, hangi şehirden geldiğimiz, hangi mesleği yaptığımız, hangi takımı tuttuğumuz vb. belirtilerek basitçe yanıtlanabilir. Ne var ki, burada “keşfetmek” teriminin kullanılmasının önemli bir nedeni vardır: Henri Bergson’a göre, benliğimiz, içerisinde yaşadığımız toplum tarafından etki altına alınır; başka bir deyişle, içsel olan kendiliğimiz dışsal olan tarafından şekillendirilir. Dolayısıyla, özümüzden, kendi benliğimizden uzaklaşmış oluruz (1997: 211). Dışsal olarak şekillendirildiğimiz kalıplarla kendimizi tanımlarız; bütünün içerisinde eriyip kendimizden uzaklaşırız. Bu durumda yapmamız gereken şey kendimizi yeniden ele geçirmek, yani onu keşfetmektir. Statik ve dinamik benlik arasındaki farkı kapsamlı bir şekilde açıklayan Bergson, dinamik olana, kendi özümüze bir geçiş yapmamız gerektiğini öne sürer. Şöyle ki, kendimizi bilmeden, biz olmayan şeyleri bilme çabalarımız pek de anlamlı olmayacaktır.

O halde, uzaklaştığımız, temasımızın kesildiği, bize yabancılaşan sahici kendiliğimize, nasıl yeniden erişim sağlayabiliriz? Kuşkusuz, bu sorunun yanıtı, kelimenin gerçek anlamıyla düşünmeye başlamaktır. Düşünmek; sorgulamak, hayatı dert etmektir; hiç gidilmemiş yerlere yalnız başına gitmek, hiç geçilmemiş yollara tek başına düşmektir; düşünmek başa beladır, bu nedenle düşünmek şaşırtıcı, ürkütücü ve korkutucudur. Düşünmek, sadece çoğunluk belli bir görüşü savunduğu için ona inanmamız gerekmediğini bilmektir. Eğer o görüşün doğru olmadığından eminsek, çoğunluğa isyan etmektir. Bu nedenle, bazen yalnız kalmak, dışlanmak, istenmeyen olmaktır. Bu, zorlu bir yolculuk, uzun bir süreçtir; hatta yaşamanın ta kendisidir.

Şöyle ki, düşünmeden bir bilgiye erişmek, bir nesneyi kendi gözlerimizle görmek yerine birisinin bizlere anlattıklarının imgesiyle yetinmeye, başkalarıyla etkileşim kurup onlarla beraber yaşamadan onlar hakkında katı inanışlara sahip olmaya veya nesiller boyu tekrarlanan adetleri doğa yasaları olarak kabul etmeye benzer. Oysaki düşünmek, o nesneyi kendi gözlerimizle dikkatlice incelemeye, o insanlarla zaman geçirip onlarla yaşayarak onları tanımaya ve nesiller boyu kabul görmüş fikirleri sorgulamaya benzer.

Kendimizi bulmamız eyleme geçmemize de bağlıdır. Bizden yapmamız beklenen şeyleri sorguladıktan sonra, gerçekten ne yapmak istediğimizin bilincine varmadan gerçek anlamda bir seçim yapmış olmayız. Yani düşünmek ve eyleme geçmek, kendimizi bulmamıza; kendimizi bulmamız da özgürce seçmemize olanak sağlar. Kısacası, kendimizi bulmamızın ön koşulu, daha önceden çıkılmış tüm yollara, yeniden ve kendi başımıza çıkmaktır. Daha da önemlisi, eğer başarabilirsek, kendi rotamızı belirlemek ve belki de buluşlar, keşifler yapıp, kökten değişiklere öncü olmaktır.

Elbette, bu yolculuktan kendimizi bulmuş olarak döneceğimizin bir teminatı yoktur. Bu yolculuğa çıkmak zorunludur ama yeterli değildir. Şu belirtilmelidir ki, kültür, inanış, dil, gelenek ve görenekler, sanat, edebiyat ve bilim gibi şeyler, belli bir toplumdaki insanları biçimlendirerek model bireyler üreten mekanizmalardır. Bu model insana en çok yaklaşan kişi en makbul birey olarak kabul görür. Oysa kendilik, toplumsallıktan, dışsallıktan kopmayı gerektirir, çünkü o herkes için bireyseldir; genellik kabul etmez, biriciktir, tektir, özsel olandır. Genel olandan bireysel olana geçişte bir zorluk olduğu açıktır. Yine de, bireyselliğe götürecek olan şey, şüphesiz ki, Martin Heidegger’in belirttiği gibi, insanın sonlu bir varlık olduğunun, yani ölümlü olduğunun farkına varmasıdır. Yazımıza başlarken ele aldığımız ölüm kavramı, bu noktada tekrar karşımıza çıkıyor. Ölüm kavramı önemlidir çünkü sadece benim olana, hiç kimseyle paylaşamayacağım bir deneyime işaret eder. Ve bu anlamda, ortak alandan çıkmamı, genel olandan kopmamı ve sadece bana özgü olana yönelmemi sağlar. Kendime gelmemi sağlayacak yegâne şey bunun bilincidir. Heidegger, ölümün kişiye ait olan “en müstesna imkân” olduğunu şöyle belirtir: “Başkalarının can verişini sahici anlamda tecrübe edemeyiz” (2008: 254). Başkasına devredilemeyen ve başkasının yerine tecrübe edilemeyen tek olanak olan ölüm, kendine gelmede özel bir yere sahiptir. İnsanın sonlu, bitimli yani zamansal bir varlık olduğunun farkına varması, doğumdan ölüme kadar olan yolculuğunda kim olduğunu bulmaya çalışması esas olandır.

Her ne kadar ilginç görünse de, biraz ileri gidip şunu söylemeliyiz: öncelikle yapmamız gereken şey, bizim dışımızdaki dünyada nasıl bir işleyiş olduğu, evrenin hangi yasalarla yönetildiği ve Einstein gibi bilim insanlarının evrendeki her şeyi açıklayabilecek tek bir “birleşik alan teorisi” geliştirebilip geliştiremeyeceğinden ziyade, kendimizi keşfetmeye çalışmak olmalıdır. Saydığımız şeyler hayatta kalmak için ve hayatı kolaylaştırmak için vazgeçilmezdir. Ancak kendimizi gerçek anlamda bulmadan, bu bilgilerin birincil sayılacağı ve yaşamımızın sağlam bir yapıya oturarak bir anlam ifade edeceği şüphelidir. Burada, kendimizi bulduktan sonra, dünyadan, toplumdan, kısacası biz olmayan şeylerden tam anlamıyla kopup, izole bir yaşam süreceğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Kendimizi bulup özgürleştikten sonra, zorunlu olmasa da, dünyaya yön vereceğimiz, onu dönüştüreceğimiz, hatta istemesek de kitleleri etkileyeceğimiz de gayet olasıdır.

Kaynaklar:

Albert Camus, Sisifos Söyleni, (T. Yücel, Çev.), Can Yayınları, 2004
Henri L. Bergson, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri, (M. Ş. Tunç, Çev.), Milli Eğitim Basımevi, 1997
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, (K. H. Ökten, Çev.) Agora Kitaplığı, 2008

Yazar: Volkan Çifteci

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Volkan Çifteci

2008 yılında ODTÜ felsefe bölümünden mezun oldu. 2011 yılında yüksek lisans ve 2017 yılında doktora derecelerini yine ODTÜ felsefe bölümünden aldı. Genel olarak felsefe tarihi, özel olarak ise zaman, kendilik ve özgürlük konuları ile ilgilenmektedir.