Son yirmi yılda, filozofların bilinçle neyi kastettiklerinin hala gizemini koruduğunu itiraf etmeliyim. Benim düşünce kategorim ile onlarınki arasında bir uyuşmazlık var gibi görünüyor. Mary Midgley’nin yakın zamanda yayımlanmış olan makalesi (Pftilosopfty Now, Sayı: 47, “Ruhlar, Zihinler, Bedenler ve Gezegenler”) ise bu konuya ışık tutuyor. “Yaklaşık otuz yıl önce, bilim insanları birdenbire bilinci yeniden keşfetti” diyor; Hayaletsiz bir Makinenin bizi yeterince temsil etmediği anlaşıldıktan sonra.
Anestezi altında olmak veya darbe almak suretiyle bilinçsiz bir halde değilsek bilinç, açık ve anlaşılır bir anlam taşır. Bu organik bir tanımdır ve hayvanlara da eşit şekilde uygulanır. Fakat konu üzerinde tartışan düşünürler tarafından bu anlamın ağırlığı, tam olarak yüklenemiyor (örneğin, bir zamanlar Oxford’da oturduğum altı akşam konferansları dizisi). Bana öyle geliyor ki onlar (bilinçsizce mi?) süper-organizma olan bizleri insanları kılan, bizim hakkımızdaki şeylerle ilgilenmeye çalışıyorlar. Böylece bilinç, bizi diğer hayvanlardan ayıran şey olarak kullanılan bir terim haline geliyor.
Mary Midgley’in aktardığına göre Colin McGinn, iki anlamın sınırları arasında gidip geliyor. “Sorun, bir hücre koleksiyonunun nasıl bilinçli bir varlık yaratabileceği” derken, herhangi bir hayvan hakkında, açıklaması zor olan hayatın gizemi hakkında konuşuyor olabilir. Fakat o zaman da “zihin” kelimesini kullanıyor, bu da bizim için gerekli olmamasına rağmen bizi homo sapiens’e götürüyor (Hayvanların zihinleri var mı?). Kargaşa, sisi dağıtmaktan çok yoğunlaştırır. Mary Midgley, sorunun yeniden ifade edilmesi gerektiğini söylüyor. En azından, o bizzat “insanlar” dediği kişiler hakkında konuşmakta olduğunu açıkça belli ediyor.
Bu noktada, en yararlı bulduğum düşünürden, yani John Macmurray’den bahsetmek isterim. 1930’larda yazı yazmaya başlayan Macmurray, “organizma” ile “kişilik” arasında bir ayrım yapma noktasına geldi. Diğer sorunların yanı sıra, organik dünyayı tamamen anlamayacağını söylediği zihin-beden düalizmini reddetti. Hayat “akıllı” mıydı yoksa önemli mi? Bunun yerine, bildiğimiz gerçeğin üç yönünü, yani maddeyi, yaşamı ve kişiliği ayırt etti (Sonuncusunun belirli bir bireyi değil, evrensel bir özelliği ifade ettiği anlaşıldı). Bazen bu üç yönü ifade etmek için “materyal”, “organizma” ve “kişilik” terimlerini kullandı. Bunların, birbirleriyle karıştırılabilecek ve eşleştirilebilecek üç “şey” olmadığını, karşılaştığımız tüm yönler olduğunu vurguluyor. Karşılaştığımız bazı şeyler hem yaşamdan hem de kişilikten yoksundurlar ve bunlara nesne diyoruz. Diğerleri canlıdır ve onlara organizmalar (hayvanlar ve bitkiler) diyoruz. Bizler de üç yöne sahibiz ve bunlara bedenler ve zihinler, bedenler ve ruhlar değil kişilik denir. (Bu ifadeye göre, şempanzelerin ya da yunusların da insanlar olduğu ortaya çıksa bile bu sınıflandırma işe yarar. Mesele onlar değil, biziz.)
Macmurray, kişilerin tanımlayıcı özelliğini yeni bir şekilde tanımladığında bunun “mantık” olduğunu, bunu “kendimiz değil tabiat itibariyle bilinçli davranma kapasitesi” olarak düşünüyor (Sebep ve Duygu, Faber, 1935, s.19). Burada, bizi diğer hayvanlarla karşılaştırmayı ifade eder ve onların davranışlarının bilinçsiz olduğunu ima eder. Açıkçası, tıbbi açıdan baygın olmadığı anlamına gelmez (hiçbir hareketimiz yoksa), ancak “ne yaptığımızı bilmek” anlamına gelir. Başka yerde Macmurray bu tür davranışları “eylem” olarak adlandırıyor ve organizmaların hareket ettiğini söylüyor, ancak yalnızca kişiler hareket edebilir diyor.
Macmurray, organik olmayan kişiliğin alanını açıkça tanımladıktan sonra, “bilinç” konseptine çok az ihtiyaç duyduğunu hissediyor ve aslında, bunu yapmanın doğal olduğu durumlarda, yukarıdaki alıntıda olduğu gibi bunu zaman zaman kullanıyor. Yaptığı her şeyi, özellikle tarih, sanat, din, siyaset ve eğitim de dahil olmak üzere, kişisel alanını keşfetmek için yaptığı muazzam felsefi gayretin çoğunu harcıyor.
Macmurray’ın düşünceden çok, felsefi başlangıç noktası olarak seçtiği harekete geçme durumu onun işini kolaylaştırdı ve muhtemelen yaklaşımının esasını teşkil etti. Bu, az sayıda izlenen radikal bir adımdı, belki de bazı Varoluşçular hariç, hiçbiri sistematik düşünce yelpazesine sahip değildi. Bilinç eyleme eklenerek duyguyu oluşturur (bilinçli eylem) ve şuurumuza uyan somut bir anlamı bilince verir. Bazen bilinçdışıyla işler yapmanın, dikkatin dağılmasının ya da güçlü duygularla boğulmanın nasıl bir şey olduğunu biliyoruz. Bebeğimin aniden çığlık attığını hatırlıyorum ve daha sonra mutfağımda kullandığım çay havlusunu yatağının yanında buldum. Onu getirdiğimden hiç haberim yoktu ve kesinlikle normalde mutfakta bırakırdım.
Mesele olarak “bilinç” üzerine yoğunlaşmak, bana bir uçağın tanımını tartışan bir marangoz gibi davranmak olarak geliyor. Görevine devam etmesini engelliyor. Felsefenin görevi, hayatımızın tamamında gerçeği yansıtmamıza yardımcı olmaktır. Hayatın büyük bir çoğunluğu filozoflar tarafından engelleniyorsa, işlerini yapmıyorlardır. Macmurray psikolojik anlayışı iyi karşılamıştı (onun zamanında yeni bir bilimdi) ve duygu ve akıl merkezinin önemini belirleme konusunda düşünmekten çok daha önemli olduğu düşüncesinde ısrarlıydı.
Bunun zekâmızı eğiten ancak duygusal gelişimimizi şansa bırakan bir skandal olduğunu söylemişti. Ancak bu başka bir konu!
Yazar: Jeanne Warren
Çeviren: Bünyamin TAN
Kaynak: Philosophy Now, October/November, s. 18-19
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.