Paylaş

Goethe’nin insanlık hakkındaki fikirlerine dönecek olursak; ilk olarak nihilizm fikrini biraz daha derinleştirmemiz gerekir. Nihilizm, daha adı bile konulmadığı zamanlardan günümüze kadar gelen, birçok yazar, şair veya farklı sanatçılar tarafından işlenen bir konu. Türkçesi “hiççilik” olan bu düşünce ziyadesiyle subjektif bir fikirden ibaret. Çünkü varlık olarak insanın geniş, yani tüm insanlığı kapsayan belli bir kalıp içerisinde olmadığını, ancak bir kalıp içerisinde olacaksa da bu kalıbı insanın gene bireysel olarak kendisinin yaratacağını söylüyor. Dolayısı ile nihilizm belli bir tanımı olmayan ve hatta üzerinde konuşulması bile gerekmeyen zihinsel bir durumdan ibaret.  Bu zihinsel durum ise Faust’ta karşımıza tutarsızlıklarla, paradokslarla veya oksimoronlarla çıkıyor. Örneğin; Mephistopheles dünyanın düşünüldüğü gibi yaşamak için elverişli olmadığını  ve hatta insan denilen canlının hayvanlardan daha düşük bir varoluşa sahip olduğunu, kendi kuyruğuyla oynayan kediden farklı olmadığını söylüyor. Tüm bu alçaltıcı düşünceler Goethe’nin zihnini istila etmiş, kurtulması zor hissiyatlar yaratmış olabilir. Aslında kendisini yüksek bir varoluş olarak nitelemekten ziyade, eserde de karşımıza çıkan “sıradanlık” ve “mükemmellik” kıstasları enteresan bir çarpıklık yaratıyor. Varlığını hem düşük bir seviyede tutarken yine aynı şekilde zaman zaman yüksek bir zihne sahip olduğunu, ancak yüksek zihne sahip olma düşüncesinin de düşük bir varoluşa sahip olunmasına bağlıyor. Yani bu tür düşüncelere sahip olmasının sebebini zihinsel olarak yeterli olmadığı ile doğrudan ilişkilendiriyor. Bunun en açık olarak görüldüğü yerler ise Antik Yunan göndermeleri. Özellikle Antik Yunan’ın kuşkuculuk düşüncesinden etkilendiğini, hiçbir şeyi bilemeyeceğimize dair açık açık diyaloglara yer vermesinden net bir şekilde anlayabiliyoruz. Peki kuşkuculuktan kasıt tam olarak nedir? Aslında kuşkuculuk Wordsworth, Novalis, Byron, Hölderlin, Goethe, gibi neredeyse tüm Romantik şairlerin benimsediği, en basit tanımı ile mutlak gerçeğe ve doğruya ulaşılamayacağını savunan felsefî bir görüş. Bir görüş olmasının da ötesinde insanın varoluşu ile direkt olarak alakalı. Kuşku hiçbir zaman kurtulunamayan ve insanın güvensizliğinin temsili olan insanî bir durum. Mutlak doğruya ulaşılmasının imkânsız olması da aslında bir paradokstan kaynaklanıyor. Mutlak doğruya ulaşan varlık, mutlak doğrunun da gerçek anlamda doğru mu olduğundan şüphe duyabilir. Dolayısı ile mutlak doğruya ulaşmanın yolu aslında kapalı. Buradan anlaşılabilecek şeyler pek tabii ki var. Demin bahsettiğim “insan zihinsel olarak yeterli değildir” fikri aslında kuşkuculuktan besleniyor. Kuşku, insana yeni yollar açarken bir yandan da sonuca varmasını engelleyen yegâne şey hâline geliyor. Bahsettiğimiz mutlak doğruya ulaşmanın imkânsızlığını da aslında dolaylı olarak nihilizm ile ilişkilendirebiliriz. Yani sonuçta, insanın dış etkenlerden kurtulmuş, kesin bir bilgi ve gerçek yaratması beklenemez çünkü zihni kuşku ile engellidir ve eğer bu fikriyatı nihilizm ile beslerseniz ortaya tam olarak Faust isimli bir melankolik, kendini her şeyden soyutlamış, kitapkurdu bir karakter çıkarırsınız.

Bir diğer yandan neredeyse tüm Romantik şairlerin benimsediği “uygarlıktan kaçış” fikri Faust’un beklenildiği gibi bir diğer konusu. Muhtemelen kitabın içerisindeki şair karakterinin şu sözleri Romantiklerin toplum ve uygarlık için genel fikrini özetler nitelikte: “Söz etme bana o renkli kalabalıklardan, Gördüğümde ilhamımı kaçıran.” Nihilizmden, okültist fikirlere, romantizmden, kuşkuculuğa birçok farklı detay barındırması da yazının ilk başında değindiğim gibi bu eseri hazmetmek açısından hiç kolay değil. Ancak kolay olan kısmı ”Faust’u tanımak.” Aslında ana karakterimiz tüm bu fikirlerle çevrelenmiş bir postmodern kahramandan çok uzak sayılamayacak derecede bize yakın. Günümüzde kalabalıklardan kaçmak, bulabilirsen doğaya sığınmak, melankoli, yalnızlık ve bu tür diğer etkenler Romantik dönem şairlerini ve onların yarattığı karakterleri anlayabilmemiz açısından trajikomik bir durum ortaya çıkarıyor. Kaldı ki Sanayi Devrimi’nin ardından yaşam biçimleri, fikirler tümüyle değişmeye başlamıştı. Sanayi Devrimi bir yana, bu değişimin iskeletini oluşturan en önemli bir diğer faktör ise Aydınlanma Çağı’ydı. Aydınlanma Felsefesi ile birlikte gelen “aklın üstünlüğü” düşüncesi doğal olarak kuşkuculuktan da besleniyordu, kezâ bilginin ilerlemesi direkt veya dolaylı olarak kuşku duymak ile can buluyordu. Aklın üstünlüğü demek bir nevi dinin yerini bilimin alması anlamına geliyor, Faust’ta ana karakterin “bilim insanı” olması zorunluluğu yaratıyordu. Zorunluluk yaratmasa bile dönemin ruhunu yansıtmanın tek yolu belki de dönem ile çatışan, ancak dönem felsefesini de içselleştirmiş bir karakter yaratmaktan geçiyordu. Diğer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da iki dünya arasına sıkışmış sahneleri görmek şaşırtıcı olmuyor.

Her şey bir yana, romantizme geri dönecek olursak; kendi türünü ve doğayı böylesine yok eden insanoğluna karşı bir ayaklanmaydı diyebiliriz bu akım için. Ancak bu akımın Goethe’yi daha önce de belirttiğimiz gibi bütünüyle etkilediğini söyleyemeyiz. Pek tabii romantizmin yarattığı “hayalgücünün özgürlüğü” ve zihnin serbestliğini baştan sona görüyoruz ancak eserin yapısını oluşturan ve daha ağırlık kazanan taraf gelenekçi yönü. Goethe de aynı Shakespeare, Chaucer, Spenser, Milton gibi geleneksel Yunan ve Roma yazınından etkilenmiştir ve eserin konusunu da aslında bu etki dahilinde yaratmıştır. Dolayısıyla, 18. yüzyılın sonlarına doğru sanatın hemen hemen her alanında, Türk Edebiyatı dahil dünyanın her yerinde görülen romantizm etkisinde kalmış geleneksel bir eser dersek daha doğru bir sonuç elde etmiş oluruz. Çünkü romantik unsurlar içermesi bir yana bir o kadar da klasisizm rüzgârına kapılmış, içerik olarak da klasizmden beslenmiştir. Dönem şairlerinin metafizik konulara, doğabilime yakınlık göstermesinin sebebini de bu geleneksel düşünce tarzına bağlayabiliriz. Bunu da dolaylı bir şekilde zihinsel olarak kendilerini neden toplumdan ve evrenden soyutladıklarını anlayabilmek için kullanabiliriz. Esasında tüm bu sebepler dönem şairlerinin bu konulara neden ilgi duyduklarına dair bir kanıt niteliği de taşıyor.

“Herkes bilir bunların hiçbir işe yaramadığını,
Korseli bedenler, boyalı yüzler.”

Bu düşüncelerin çoğu Goethe’den önce ve çağdaşı olan birçok yazar, şair tarafından  da ele alınmış konulardı. Shakespeare’de, Rousseau’da ve bu isimlerle biraz alakasız olsa bile Goethe’den hemen sonra doğan Mark Twain’de dahi bu düşüncelere zaman zaman rastlayabiliyoruz. Mark Twain ismini özellikle sarf ettim çünkü Twain’in insan hakkındaki düşünceleri ile Goethe’ninkiler neredeyse birbiri ile paralel şekilde gelişmiş. Özellikle İnsan Nedir? adlı kitabında insanın tanımını çeşitli alegoriler ile yaparken aynı Goethe’de olduğu gibi bir “sıradanlık” elde ediyoruz. Hatta Sanayi Devrimi’nin insan zihnini nasıl manipüle ettiğine de şahit olma şansı elde ediyoruz. Twain’in insanı bir makineye benzetmesi ve bir makine gibi çalıştığını söylemesi tamamiyle ondan öncekilerden etkilendiğini gösteriyor. Özellikle insanın dış etkiler olmadan aynı bir makine gibi “çalışmayı durduracağı” fikri tamamiyle Aydınlanma Felsefesi’nin kurucusu kabul edilen John Locke’tan geliyor. İnsan hiçbir dış etkiye maruz kalmadığı sürece kendi bir şey üretemez veya yaratamaz. Bu da bizi tam olarak Tabula Rasa’ya götürüyor. Mark Twain bir yana, Shakespeare’in yarattığı karakterlerdeki melankoli ve nihilist bakış açısının bir benzeri de yine Faust karakterinde karşımıza çıkıyor ve sadece karakter bazında değil en başta belirttiğimiz tüm okült ögeler de metnin içerisinde yer alıyor. Özetle, Faust hem kitap olarak hem de karakter anlamında geniş bir skala içerisinde yaratılmış ve özenle çalışılmış bir eser. Eseri tam olarak anlayabilmemiz için ise yazıldığı çağda hangi fikirler ele alınıyordu, kim ne düşünüyordu veya hangi durumlar hangi sonuçları yaratmıştı bunların hepsini ucundan kıyısından bilmemiz gerekiyor. Bu anlamda, romantizm, klasisizm, Aydınlanma Çağı ve filozofları Faust’u anlayabilmek açısından en önemli yol gösterici unsurlar. Bu kadar geniş bir fikir dünyasından beslenen bir eserin Alman Edebiyatı’nın en üst noktası olarak nitelendirilmesi de bu geniş ve öngörülemez anlatısından ötürü diyebiliriz.

Sonuç olarak, birkaç yüzyıllık tarih boyunca birçok yazar evrenin görünmeyen kısmı ile ilgilenirken, zihinlerini de hayalgücü ile güçlendirdiler, hâliyle bu ilgilerinin, hayalgüçlerinin tümünü eserlerine de yansıttılar. Anlattıkları soyut düşünceleri dile getirmenin yolu belki de bu tür soyut karakterler ve olaylar yaratmaktan geçiyordu. Bu aynı Türk Edebiyatı’nda Divân şairlerinin yaptığına benzer bir yöntem. Eğer anlatmak istediğiniz şey hayal gücünün ötesinde ise onu dolaylı bir şekilde belli imgeler üzerinden anlatırsınız. Goethe’nin yaptığı da buydu aslında. Elinde bazı malzemeler vardı ve bu malzemeleri aynı ondan öncekiler ve sonrakiler gibi kullanmayı biliyordu. Her şeyin en sonunda ise tüm hayatını verdiği Faust gibi bir eser ortaya koydu ve Alman Edebiyatı’na adını silinmeyecek bir şekilde yazdırdı.

Yazar: Kaan Onur Kaftanoğlu

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Kaan Onur Kaftanoglu

92 yılının Mart ayında İstanbul Anadolu Yakası'nda doğdu. Lisans eğitimini İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine tamamladı. Lisans eğitiminin ardından kısa bir süre İngilizce ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Şu an ise bir araştırma şirketinde çalışmaya devam ediyor.