• 3 Şubat 2017
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Tuhaf bir ikiliydi onlar. Albert Camus yoksulluğa doğmuş, Bogart-vari (1) çehresiyle çevresini büyüleyen Fransız asıllı Cezayirli bir kara ayaktı (2). Jean-Paul Sartre ise Fransız toplumunun üst sınıfından, yakışıklılığın yanından geçmeyen biriydi. İşgal döneminde Paris’te tanıştılar ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra samimiyetlerini geliştirdiler. Şehrin ışıklarının yavaş yavaş tekrar açıldığı o günlerde Camus, Sartre’nin en yakın arkadaşıydı. “Nasıl sevmiştik seni sonra”, diye yazıyor Sartre sonraları.

Devrin parıldayan ikonuydular. Gazetelerin günlük faaliyetlerinde bildirdiği üzere: Sartre kendini Les Deux Magots’a (3) kapatırdı, Camus ise Paris gezginiydi. Şehir yeniden inşa edilmeye başladığında Sartre ve Camus, zamanın ruh halini dile getirdiler. Avrupa, yakılarak kurban edildi fakat savaşın ardında bıraktığı küller, yeni bir dünyanın tasavvur edilebileceği bir boşluk bıraktı. Okurlar yeni dünyanın neye benzeyeceğini telaffuz etmek için Sartre ve Camus’u gözlediler. “Biz,” diye anımsatıyordu akran filozof Simone de Beauvior, “savaş sonrası döneme, onun ideolojisini temin etmeliydik.”

Bu, varoluşçuluk biçiminde geldi. Sartre, Camus ve entelektüel ahbapları dini reddetti, yeni ve sinir bozucu piyesler sahneledi, okurlarını özgün yaşamaya zorladı ve dünyanın absürtlüğünü ifade ettiler – amaçsız ve ‘değer’siz bir dünya. “Sadece taşlar, yıldızlar ve elin dokunabildiği hakikatler [mevcut],” diye yazdı Camus. Hayatı anlamlandırmak için bu dünyada yaşamayı seçmeli ve kendi anlam ve değerimizi ona yansıtmalıyız. İnsanlar özgürdür ve özgürlük sırtlarına ağır bir yük bindirmiştir; zira özgürlükle korkunç, hatta güçten düşüren özgün/gerçek bir şekilde yaşama ve davranma sorumluluğu edinilmektedir.

Özgürlük ideası Camus ve Sartre’yi felsefi olarak kuşattığında adalet mücadelesi onları politik olarak birleştirdi. Kendilerini adaletsizlikle yüzleşmeye ve ona çare bulmaya adamışlardı. Hiçbir gruptan insana; işçilere, proletaryaya davranıldığı kadar insafsızlık edilmiyordu. Camus ve Sartre onların emeklerine prangalanmış ve insaniyetten mahrum bırakılmış olduklarını düşündüler. Onların özgürleşmesi için yeni bir siyasi düzen inşa edilmeliydi.

Ekim 1951’de Camus, Başkaldıran İnsan’ı yayımladı. İçerisinde, kabataslak çizgilerle bir “isyan felsefesi” dile getirdi. Bu haddi zatında bir felsefi düzen değil, felsefi ve siyasi ideaların bir birleşimiydi: her insan özgürdür ancak özgürlüğün kendisi görecelidir; insan sınırını, itidalini, “hesaplanmış riskini” sahiplenmelidir; ‘mutlak’lar insanlık karşıtıdır. Camus, bilhassa devrimci şiddeti reddetmiştir. Şiddet uç durumlarda (nihayetinde Fransız savaşındaki gayreti desteklemişti) kullanılabilir lakin o, tarihi arzuladığın yöne sürükleyen devrimci şiddetin kullanımının ütopik, mutlakçı ve kendine ihanet olduğunu düşünüyordu.

“Mutlak özgürlük güçlü olana hükmetme hakkı verir,” diye yazıyor Camus ve ekliyor “Mutlak adalet tüm aykırılıkların bastırılmasıyla elde edilir, haliyle özgürlüğü tahrip eder.” Özgürlük ve adalet arasındaki çatışma; sabit bir yeniden dengeleme, siyasi bir itidal, en çok sınırlayanın –insanlığımızın- kabulünü ve kutsanmasını icap ediyor. “Yaşamak ve yaşatmak,” diyor “ne olduğumuzu peyda etmek için.”

Sartre Başkaldıran İnsan‘ı iğrenerek okudu. Ona kalırsa mükemmel adalet ve özgürlüğe ulaşmak mümkündü – bu komünizmin kazanımlarını tarif ediyordu. Kapitalizmin koşulları altında ve yoksulluk içinde işçiler özgür olamazdı. Sunulan seçenekler tatsız ve insanlık dışı idi: ya acımasız ve yabancılaştıran (4) bir işte çalış ya da öl. Lakin baskıları bertaraf ederek ve otonominin işçilere iadesiyle, komünizm her bir bireye maddi ihtiyaç (sıkıntısı) olmadan yaşama imkânı tanımaktadır ve böylece insanlara kendilerini gerçekleştirecekleri en iyi yolu seçmelerine olanak tanıyacaktır. Bu onları özgür kılacaktır ve bükülmez eşitliğin dolayımıyla adil olan da budur.

Buradaki mesele Sartre ve soldaki birçokları için komünizmin, var olan düzeni tarumar etmek üzere başarıya ulaşmak için devrimci şiddeti icap etmesidir. Tüm sol eğilimliler bu tür bir şiddeti uygun buluyor değil elbette.
Radikal ve ılımlı solcular arasındaki– geniş anlamda komünist ve sosyalistler arasında- bu ayrılık yeni değildi. Fakat otuzlar ve kırklı yılların başı solu, muvakkaten faşizme karşı birleşmiş görmüştü. Faşizmin yıkımıyla, şiddeti tasvip eden radikal solcular ile reddeden ılımlılar arasındaki kırılma yeniden canlandı. Bu ayrışma sağın pratikte gözden kaybolması ve Avrupa’nın her tarafında radikalleri güçlendiren ve Gulag’ın dehşetlerinin, terörün ve göstermelik mahkemelerin gün ışığına çıkmasıyla komünistleri rahatsız eden soruların solmasına sebep olan Sovyetler Birliği’nin nüfuzuyla gittikçe daha da hareketlendi. Savaş sonrası dönemin her bir solcusuna sorulan soru basitti: Hangi taraftasın?

Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasıyla Camus devrimci şiddete başvurulmayan barışçıl bir sosyalizmi beyan etti. Sovyetler Birliği’nden yayılan hikâyeler onu dehşete düşürmüştü: komünistlerin el ele olduğu özgürlükler ülkesi değil, hiçbir şekilde özgür yaşamanın mümkün olmadığı bir ülkeydi. Bu esnada Sartre, komünizm için savaşırdı ve böyle olması için şiddeti desteklemeye hazırdı.

İki dostun bu ayrışması medyada büyük ilgi çekiyordu. Les Temps Modernes – Sartre’nin editörlüğünü yaptığı ve Başkaldıran İnsan eleştirisinin yayımlandığı dergi- ortalamanın üç katı sattı. Le Monde ve L’Observateur nefes nefese bir düşüş yaşadı. Günümüzde bu derece dikkat çeken bir entelektüel kavgayı tasavvur etmek zor, lakin bu ihtilafta birçok okur zamanın siyasi buhranlarının kendilerine yansıdığını gördü. Bu, fikirlerin dünyasında olan ve gelişen siyaseti görmenin bir yolu ve fikirlerin değerinin bir ölçüsüydü. Bir düşünceye derinlemesine sadıksan onun için öldürmek zorunda mısın? Adalet için olsa kaç yazar, özgürlük için olsa ne?

Sartre’nin tutumu hayatının geri kalanında mücadele ettiği çelişki itibarı ile vuruldu. İnsanlar özgür olmaya mahkûmdur diyen varoluşçu Sartre aynı zamanda, tarihin varoluşsal bağlamda gerçek özgürlük için fazla alana müsaade etmediğini düşünen Marksist Sartre idi. Aslında Fransa Komünist Partisi’ne hiç katılmamış olmasına rağmen Budapeşte’deki Sovyet tanklarının onu SSCB’nin yolu ilerletmediğine ikna ettiği 1956’ya kadar Avrupa’nın her yanında komünizmi savunmaya devam etti. (Aktardığı üzere, Macaristan’daki Sovyetlerin Amerikalılar gibi davranıyor oluşu onu şaşkınlığa sürüklemişti.) Sartre Sol’da güçlü bir ses olarak kaldı hayatı boyunca ve Fransa cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’yi seçti kendine favori şamar oğlanı olarak. (Hırçın bir saldırı sonrasında De Gaulle’den Sartre’yi tutuklamaları istenmesi üzerine “Voltaire tutuklanamaz” cevabını verir.) Fakat Sartre öngörülemezliğini sürdürdü ve 1980’de öldüğünde radikal Maoizmle uzun, garip bir oynaşma faaliyetinde bulunmuştu. Sartre, SSCB’den fikirsel manada uzaklaşsa bile devrimci şiddetin gerekli olabileceği fikrinden külliyen asla vazgeçmedi.

Komünizmin şiddeti Camus’u farklı bir gidişata yönlendirdi. “Velhasıl ben özgürlüğü seçtim. Adalet gerçekleşmese dahi özgürlük, adaletsizliğe karşı çıkmanın gücünü sürdürür ve iletişimi açık tutar,” diye yazar Başkaldıran İnsan’da. Soğuk Savaş’ın diğer tarafından, Camus’un duygularını paylaşmamak ve Sartre’nin sadık bir komünist olarak kaldığı iştiyaka hayret etmek oldukça zor. Camus’un aşırıya kaçmayan politik gerçekliği, ahlaki alçak gönüllülüğü, sınırları ve hataya düşebilen insanlığı kucaklaması bugün büyük ölçüde önemsenen bir mesaj olarak kaldı. Hatta en muhterem ve değerli düşünceler bile bir diğerine karşı dengelenmeli. Mutlakçılık ve ilham verdiği imkansız idealizm, tehlikeli bir yoldur (ve Camus ile Sartre’nin daha adil ve özgür bir dünyayı tasavvur etmek için cebelleşmesi kadar Avrupa’nın küller içinde kalmasının da sebebidir).

(1) Humphrey Bogart, Cazablanca’da Rick Blain rolüyle tanıdığımız ABD’li oyuncu.
(2) Kara ayak, Fransızca pied-noir, Fransa’nın sömürgesi olan Kuzey Afrika ülkelerine yerleşen Fransızları adlandırmak için sarf edilen ifade.
(3) Les Deux Magots, dönemin Fransa’sında sanat camiasından insanların çokça zaman geçirdikleri bir kafe.
(4) Marx’ın Yabancılaşma Teorisi.

 

Yazar: Sam Dresser
Çevirmen: Hüseyin Sığırcı
Kaynak: Aeon 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com