• 4 Mart 2018
  • Abdullah Gülsever
  • 0
Paylaş

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin içinde yaşadığı dönemde, insanın aklı ile çıkarını destekleyecek yönde eylemlerde bulunduğu, bilim ve akla dayalı bir uygarlık oluşturduğu ve bu sebeple de savaşgan olmayan medeni bir varlık haline geldiği düşüncesi yaygındır. Dostoyevski, bu düşünceyi özellikle Buckle’ın sözleri üzerine temellendirir. Fakat insanın akılsal bir varlık olarak medenileşmesi,Dostoyevski’ye göre bu anlamda bir değişime uğramamıştır. Uygarlaşan insan her şeye rağmen yine kan dökmekte ve savaşmaktadır. Yazara göre insan uygarlıkla birlikte yalnızca iğrenç bir varlığa dönüşmüştür ve insanın medenileşmesi ya da uygarlaşması bunu tetikleyen faktör olmuştur. Çünkü “en zarif kan dökücülerin hemen hepsi en uygar beyefendilerdir.”

Sulusepken, karla karışık yağmur, tıpkı yazarın anlattığı hikâyeler gibi. Dostoyevski, ‘Yeraltı’ bölümündeki insan, uygarlık ve aydın üzerine düşündüğü tüm şeyleri, ikinci bölüm olan ‘Sulusepken’deki hikâyelerine isabetli bir biçimde yansıtır. Çünkü yazar tıpkı Dostoyevski’nin anlattığı tarzda bir varlıktır. Duygusaldır, nankördür, canının istediği biçimde hareket eder. Toplum ile ilişkiye girdiği pek çok noktada kahraman sorun yaşamaktadır. Toplum bu durumda Dostoyevski’nin tabiriyle duvardır. Kahraman ise bu duvarı yıkamayan ama onunla uyumlu bir şekilde de yaşayamayandır. O yeraltı ile yerüstü arasında gidip gelen ama her zaman yeratını tercih eden, bu nedenle bir türlü toplumla uyumlu yaşayamayan insandır.

Hiç değilse şu adamın bakışına dayanabilecek miyim? diye soruyordum kendime; zorluyordum kendimi, ama sonunda bakışını önüne indiren hep ben oluyordum. Çıldırtıyordu beni bu. Gülünç duruma düşmekten ölesiye korkuyor, bu yüzden görünüşe ilişkin her konuda alışılmış olana ürkekçe saygı gösteriyor; herkesin gittiği yoldan gidiyor, davranışlarımda herhangi bir tuhaflık fark edilecek diye ödüm kopuyordu. Nasıl katlanabilirdim buna? Çağımızın aydın her insanının olması gerektiği gibi, benim de hastalıklı bir yapım vardı. Memurların hepsi kalın kafalıydı, sürüdeki koyunlar gibi birbirine benziyorlardı.” sözleriyle aynı ofiste çalıştığı arkadaşları üzerinden toplumla arasındaki ilişkiyi tasvir eder. Duvar ile kahraman arasındaki bu ilişkisizlik, kahramanın kendisinin bir köle gibi tasvir etmesine neden olacak türdendir. Bu ilişkisizlik durumu kahramanı yeraltına daha fazla yaklaştırmaktadır.

Yeraltında kahraman toplum içinde gösterdiğinden daha farklı bir yüzünü gösteriyor. Çünkü yeraltı yalnızca yazarın yaşadığı yer değil, aynı zamanda yazarın kendisidir. Yeraltı kahraman için korka korka olsa da pis ve ahlaksız şeylerin mekanıydı. Burada maske ile değil, gerçek yüzle karşılaşma zamanıdır. Fakat bu durum yazarın dilediği gibi davrandığı ve çok memnun olduğu bir yer ya da bir hal olarak algılanmamalıdır. Aksine yeraltı, mutsuzluğun, karanlığın ve umutsuzluğun kapısıdır. Yeraltında umut ya da mutluluk olmayabilir ama kahraman için anlam vardır, bu anlam da kendisi olabilmeyle eş değerdir.

Sulusepken bölümünde kahramanın aslında bir anti kahraman olduğu açıklıkla görülüyor. Tıpkı ofis arkadaşlarıyla kurduğu ilişkiye benzer bir şekilde arkadaşlarıyla ilişki kurar. Kahraman ve arkadaşları arasında karşılıklı olarak gözlemlenebilen ve hatta bariz olarak görünen şey karşılıklı sevgi ve saygı değil, bir nefret ilişkisidir. Kahramanın arkadaşı olan Zverkov’un tayininin çıkması üzere verilen yemekte kahraman ayağa kalkarak “Sayın Teğmenim, bilmenizi isterim ki, süslü sözlerden de, süslü sözler edenlerden de, el etek öpenlerden de hoşlanmam… Bu bir, ikincisine gelince; çilekten ve çilek düşkünlerinden nefret ederim. Özellikle de çilek düşkünlerinden! Üçüncüsü; gerçeği, içtenliği, dürüstlüğü severim. Düşünceyi severim, Mösyö Zverkov. Eşit düzeyde gerçek dostluğu severim. Ama sevmediğim… Hım… Sevdiğim bir şey de… Ama ne diye uzatıyorum sözü? Sağlığınıza kaldırıyorum kadehimi Mösyö Zverkov” der. Kahramanın bu konuşmasından sonra Zverkov ve diğer arkadaşları oldukça sinirlenirler. Bu olaydan sonra arkadaşları ortak bir karar alarak kahramanı artık umursamazlar. Kahramanı bir sinek kadar dahi önemsemedikleri açıkça anlaşılmaktadır.

Dostoyevski, dünya edebiyatında oldukça önemli bir yer edinmiş ve özellikle varoluşçu bir çizgide ilerleyerek, Kafka ve Sartre’a ilham kaynağı olmuştur. ‘Yeraltından Notlar’ bu türden bir eserdir. Özellikle anlatılan son hikâye yazarın kaleminin ne kadar güçlü ve okuyucuyu ne derece etkilediğinin açık göstergesidir. Liza ile kahraman arasındaki ilişki tahakküm ilişkisidir. Çünkü kahraman arkadaşlık kurmak istediği kişilerin efendisi olmayı ister. Bu nedenle kahraman Liza ile herhangi duygusal bir yakınlaşmadan çıkan sonucun tekrar tahakküm ve egemenlik olacağını bildiği için bu konu ile ilgili olarak oldukça çekimserdir. Fakat bu tutumun gerekçesi Liza’yı düşünmesi ya da onun iyiliğini istemesi değil, tamamıyla kendisini önemsemesidir.

Yazarın okuyucuya kahramanı aktarma biçimi o kadar başarılı ki yalnızca Liza değil, okuyucu da kahramana karşı büyük bir nefret duyar. Hikâyenin sonunda yazar dahi bu duruma katılır çünkü bir anti kahraman yarattığının farkındadır. Bu eser yazar için “bir edebiyat denemesi değil”dir, “suçunun cezasını çekmek”tir.

Kaynakça:

Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, Can Yayınları, Çev. Ergin Altay, İstanbul, 2017.

Yazar: Abdullah Gülsever

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Abdullah Gülsever

Ege Üniversitesi felsefe bölümünden mezun oldu. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Felsefe Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yapmaktadır. Felsefe, pozitif bilim, sosyoloji ve psikoloji ile ilgili pek çok konuya meraklı, öğretmekten çok öğrenmeyi sever ve öğrendiği şeyleri paylaşmayı tercih eder.