Filozof Aislinn O’Donnel’a göre ırkçı görüşlerle dürüstçe yüzleşmek gerekiyor.
Batı felsefesinin ırkçılığı ele alırken başvurduğu iki kapsamlı strateji vardı. İlki, nefret söylemini ve önyargıyı “kullanıldığı anda” uzaklaştırmak. Diğeriyse konuya dair tüm tartışmaları giriş seviyesindeki etnik, cinsiyet ve eşitlik çalışmalarının alanına yöneltmek. Black Lives Matters hareketi tüm bu taktiklere temelli olarak son verdi. Artık kimse, David Hume siyahilere “beyazlara göre doğal olarak aşağı konumda” dediğinde tutarsızca konuştuğunu iddia edemez. Ya da Immanuel Kant’ın “Afrika’nın Zencilerine” karşı saygısızlığı kendi normalinden sapmaymış gibi gösterilemez. Hatta Voltaire’in Yahudi karşıtlığı ve beyaz olmayanlara karşı kışkırtıcılığı, tertemiz bir entelektüel sicildeki küçük hatalar gibi muamele göremez. Tıpkı John Gray’in Seven Types of Atheism (Ateizmin Yedi Türü) adlı kitabında yazdığı gibi; “Voltaire’in ırkçılığı zamanınınki kadar basit değildi. Tıpkı Kant ve Hume gibi, o da mantığa dayandığını öne sürerek ırkçılığa entelektüel bir otorite sağladı.”
Aydınlanma Çağı halen Avrupa medeniyetinin tepe noktalarından biri olarak kabul edilir ve çağın kalbinde yatan bilimsel ve seküler değerler de yaşama ilham vermeye devam ediyor. Yine de şu soru sorulmalı: Aydınlanma Çağı, alttan alta 17., 18., ve 19. yüzyılların sömürgeci ve Hristiyanlığı yaymayı amaçlayan fikirleriyle sarmalanmış ırkçı bir proje miydi? Maynooth Üniversitesi’nde Eğitim bölüm başkanı olarak görev yapan Aislinn O’Donnel bu sorunun cevabının öğrenmekte yattığına inanıyor: sadece batı felsefesinin gizli ırkçı eğilimini nasıl muhafaza ettiğini değil; aynı zamanda alan dışındakilerin de bunları nasıl kavradığını öğrenmekte.
O’Donnel’a göre hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gereken filozoflardan biri, Karayipler Martinik’ten Fransız bir filozof olan Eduoard Glissant. Glissant, kişinin “opak olma” ya da şeffaf olmama hakkını savunuyor. Bugünün otoriteleri, “azınlıkları” sınıflandırmaktan, kategorize etmekten ve alt gruplara indirgemekten çok hoşlanıyorlar. “Opaklık hakkını” talep etmekse bu tür sınıflandırmaları dağıtmak için atılan ilk adım olabilir.
Felsefe büyük oranda soluk benizli adamların gözünden öğretildi. Bunu elden geçirmenin vakti gelmedi mi?
Aislinn O’Donnel: Felsefe bölümlerinin hem müfredat hem de öğretim üyeleri bakımından çeşitlilikten yoksun olması problemi kara bir leke. Son zamanlardaysa, Amerikan Felsefe Birliği (APA) ve İngiliz Felsefe Birliği (BPA) cinsiyet çeşitliliğiyle ilgili bazı düzeltmelerle sonuçlanan kılavuzları piyasaya çıkardı.
Yine de George Yancy, Simone de Beauvoir ve Charles Mills gibi filozoflar; felsefi sorgulamaların, problemlerin ve kategorilerin, sözde “ana akım” yaklaşımın iddia ettiği kadar soyut ve evrensel olmak zorunda olmadığını ileri sürerler.
Yancy, felsefe alanındaki belirli bir insan türü egemenliğinin (erkek ve beyaz), bu alana kimin “giriş izni” alacağına ve “neyin” felsefi sayıldığına karar verdiğini ileri sürüyor.
Burada listelediğim filozofların ve düşünürlerin fikirleri ve görüşleri felsefi müfredatı zenginleştirebilir. Bir nevi başlangıç olması için, Denise Ferreira da Silva, Fred Moten, Eli Clare, Christina Sharpe, George Yancy, Saidiya Hartman, Paul Gilroy, Bell Hooks, Charles Mills, Derrick Bell, Hortense Spillers, Frantz Fanon, Françoise Vergés, Enrique Dussel, Alexander Weheliye, Linda Martin Alcoff, Jasbir Puar, Sara Ahmed, Falguni Sheth, Sylvia Wynter, Achille Mbembe, Eduoard Glissant gibi isimleri okuyabilirsiniz.
Glissant’ın “opaklık hakkı” kavramını ve bunun Black Lives Matters hareketiyle bağlantısı nedir?
“Opaklık hakkı”, başkalarıyla bir arada yaşayabilmek için öncelikle onları anlamalıyım iddiasını reddeder. “Karşılıklı anlayış” söylemlerinin çekici bir yanı olduğuna şüphe yok fakat Glissant’a göre en can alıcı nokta farklılıklarla yaşayabilmek. Kendisi başkalarını şeffaflaştırma girişimlerine açıkça meydan okuyor ki Glissant’a göre bu girişimler, insanları halihazırda var olan kategorilere indirgemek, yargılamak ve birbirleriyle karşılaştırmak için kendilerini açığa vurmaya ve açıklamaya zorlamaktan başka bir şey değil.
Glissant der ki: “Kanımca, her birey opak olma hakkına sahiptir. Bu beni onlardan hoşlanmaktan, onlarla çalışmaktan ya da vakit geçirmekten alıkoymaz. Irkçı, anlamadığı şeyi reddeden kişidir. Ben anlamadığım bir şeyi anlamadığım haliyle kabul edebilirim. Opaklık sahip olmamız gereken bir haktır.”
Glissant’a göre ırkçılığın temel faktörü, kimlik ve saflık mantığının; farklılık, değişim, dönüşüm ve ilişki karşısında ayrıcalık kazanmasıdır. Muhtemelen, insanlar tek kültürlü bir İrlandalılık fikrine tutunduğunda da aynı mantık devreye giriyor. Bir grubu “kültürel” olarak tamamen aynı (tamamen İrlandalı) olmakla ya da başkalarını “kültürel” olarak farklı ve İrlandalı olmamakla yargılamak bunun bir örneği. İşte tam da bu mantık, çoğulcu bir politika fikrini baltalıyor.
İrlanda vakasında bunun sömürgecilik sonrasının mirası olup olmadığı önemli değil. Önemli olan kimliği böyle katılaştıran zihniyetin, dışlama mekanizmasıyla bire bir aynı şekilde çalışmasıdır.
Modernliğin metafiziği; iletişimi, dönüşümü, değişimi, farklılığı ve ilişki içinde kimlik gibi kavramları ön plana çıkarmak yerine öz, soy ağacı, soy, bölge ve kimlik gibi ayrıcalıklı kavramlara ve imgelere sahip. Böylesine bir metafizik, kimliği ilişki içinde bir şey olarak görmez. Onun için kimlik; kapalı, ayrık ve saf bir şeydir.
Black Lives Matters hareketi açısından konuşursak, bana kalırsa, saflık iddiasının ve saflık arzusunun kontrol ettiği noktaları açığa çıkarmamız gerektiğine ve tüm bunların beyazlığı bir norm olarak varsayan beyaz üstünlüğü açısından sürdürüldüğüne Glissant da katılacaktır. Açıkça konuşmak gerekirse bu, siyahilerin hayatlarının yakın geçmişte aslında ne kadar hor görüldüğünün bir göstergesi. Glissant’a göre yaratıcı eylem, yeni ilişki ve birlik türleri yaratmayı içerir.
Son olarak, birçoklarının da söylediği gibi, “opaklık hakkının” düşünülmesi gereken yerlerden biri de beyazların, diğer insanların yakasına yapışıp ırkın ve ırkçılığın ne olduğu hakkında sorular sorduğu ve karşılarındakilerin kötü deneyimlerini dinlemek istedikleri anlardır. Soru sormak yerine biraz okumaya ne dersiniz?!
Aydınlanma çağı ne ölçüde sömürgeci ya da emperyalist bir hareketti?
Glissant ve diğer filozoflar Aydınlanma ve şeffaflık imgesine meydan okuyorlar. İnsan kavrayışının bu tasarısı, sanki onlar tam olarak bir insan değil de nesneymişçesine çalışılarak birçok insan için deneyimlendi. Filozoflar kendi içlerinde, Aydınlanma Çağı’nın mirasları açısından neyin peşini bırakmamız ve neyi elden geçirmemiz gerektiğiyle ilgili ayrılıklara düşebilirler. Denise Ferreira da Silva, modernlik tasarısının kalbinde şiddet, işgal ve sömürgeciliğin yattığını iddia ederek felsefede eleştiri geleneğini takip ederken; Charles Mills liberalizmi elden geçirmeyi, Paul Gilroy ise “küresel hümanizmi” [1] hayal etmeyi denedi.
Bence tüm bu filozofların aynı fikirde olduğu şeylerden biri sömürgeciliğin ve emperyalizmin tek bir tarafa doğru süpürülemeyeceğidir. Hatta, Sylvia Wynter, kendisinin “tek-liberal insan” (mono-liberal human) diye adlandırdığı insanın varlık sebebinin kurtuluş ve tüm insanlığın kucaklanması olarak resmedilmesi ve kısa bir sürede kimin “insan” sayılacağına dair bir değerlendirmeye dönüşmesi olduğunu iddia ediyor. Böylelikle bir yığın insan, tam anlamıyla insan olabilmek için “gelişime” ve “medeniyete” ihtiyaç duyan başka insan [2] muamelesi görüyor. Oysa Wynter, insanı yaratıcı praksis olarak hayal ediyor.
Bu durum bizi ilk sorduğunuz soruya döndürür ve belki bu sefer, soruyu farklı bir şekilde sorabiliriz: Aydınlanma Çağı felsefesinin ve modernliğinin hikayesi, ırksal kölelikle, soykırımla, ırkçılıkla ve cinsiyetçilikle olan tarihsel bağlarını görmezden gelirse ne olur? Otonomluk, bağımsızlık, mülkiyet ya da kimlik gibi ne tür kavramlar ve imgeler ayrıcalıklı hale gelir; tüm bu kavramlar ve imgeler en başta nasıl var oldular?
Enrique Dussel, In the Underside of Modernity adlı kitabında, okuyucudan modernliğin mirası hakkında eleştirel ve derinlemesine düşünmesini istiyor. Dussel’e göre Descartes’ın ünlü sözü “düşünüyorum öyleyse varım” (cogito ergo sum) yerine “işgal ediyorum öyleyse varım” (ego conquiro) sözünü derin bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.
Bana kalırsa bu ciddiye alınmalı. Bunu ciddiye almak, tıpkı dönemin basit önyargıları gibi tartışmalı olan metinleri görmezden gelmek ve kapı dışarı etmek yerine, onları sistematik bir şekilde sorgulamak anlamına gelir.
Dipnotlar:
[1] Küresel hümanizm, bugün karşılaştığımız problemlerin sorumlusunun küreselleşme ve kapitalizm değil de insan bilinci olduğunu iddia eden fikirdir. Bu problemleri çözmek için de devletleri, kurumları ve sivil toplum örgütlerini bir araya getirmeyi amaçlar. (ç.n.)
[2] Başka insan karşılığı infra-human için kullanılmıştır. Burada “öte” kullanılmamasının sebebi “öte insan” kalıbının aynı zamanda “üstün insan” çağrışımına sahip olmasıdır. (e.n.)
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Joe Humphreys
Çeviren: Alihan Koçak
Çeviri Editörü: Onur Demir
Kaynak: www.irishtimes.com