George Eliot (Mary Ann Evans) yalnızca İngiltere’nin en iyi roman yazarlarından biri olarak değil, aynı zamanda Middlemarch (Taşra Yaşamından Manzaralar)’ı yazan, ülkenin en iyi düşünürlerinden biri olarak hatırlanmaya değer.
“Zihnim, eski ve modern tarihin dağınık örneklerinden bir buket sunuyor; Shakespeare, Cowper, Wordsworth ve Milton’dan şiir dizeleri, gazete konuları, Addison ve Bacon’dan parçalar, Latince fiiller, geometri, entomoloji ve kimya, incelemeler ve metafizik. Bunların hepsi, yoğunlaşma hızı, aktüel olayların her günkü baskısı, buna bağlı kaygılar, ev yükümlülükleri ve endişelerin içine boğuldular, serseme döndüler ve tutuklu kaldılar.” Mary Ann Evans 1839’da, arkadaşı Maria Lewis’e mektubunda bunları yazmıştı. On dokuz yaşındaydı ve entelektüel arzusu doymak bilmiyordu. Eğer Evans, varlıklı aileden gelen bir erkek olsaydı, Oxford’da olur; belki Anglikan Kilisesi’ni John Henry Newman ve Oriel Koleji’ndeki arkadaşları ile yeniden canlandırmayı ya da büyük olasılıkla onlara karşı savunmalar planlıyor olurdu. Ama alt orta sınıftan bir kadındı, babasının Warwickshire’daki çiftlik evinde sıkışıp kalmış, tutkularıysa “esir edilmiş, taşlaşmış ve boğulmuştu”.
Yirmi yıl sonra bu kadın, çok satan ilk romanı Adam Bede (Aşkın Bedeli: Adam Bede)’yi “George Eliot” takma adıyla yayınlayacaktı. Ardından, İplikteki Değirmen, Silas Marner, Middlemarch ve Daniel Deronda da dahil olmak üzere birkaç önemli romanlarını… Bugün Eliot, bir filozof olarak anılmasının yanında, tartışmasız en büyük İngiliz romancılarından biri olduğunun iddia edilmesine hiç uzak değil. Çok insan Eliot’un, Hollandalı filozof Brunch Spinoza’nın tartışmalı şaheseri Ethics (Ethica Ordine Geometrico Demonstrata, 1677)’in ilk İngilizce çevirisini tamamladığını belki bilmiyor. Ayrıca, Spinoza’nın eserini başka bir dile çeviren ilk kadın çevirmendi. Bunu göz ardı etmeden, 19 yaşında bir çocukken kendi yönettiği bir müfredatla Latince fiilleri, geometriyi ve aynı zamanda metafiziği defterlerine yazdığı da dikkat çekicidir: Spinoza’yı henüz keşfetmemiş olsa da, bu çalışmalar onu, Öklid’in Latince “Geometrinin İlkeleri” üzerinde modellenen tümdengelim şeklinde yazılmış, derin, çığır açan son çalışmasını çevirmesi için hazırlayacaktı.
Eliot’un romanları, birçok kuşaktan okuyucusu için hayat değiştiren güçlü bir duygusal zekâ ortaya koyar. Anlatı sesinin delici bilgeliği ve karakterlerinin deneyimleriyle dramatize edilen iç görüler, kadınsı sezgisinden ileri gelmiyordu, kurgu yazmaya başlamadan önce, 1850’lerde Etik‘i titizlikle okumasındandı. Spinoza’nın bu büyük çalışmasındaki insani duygular hayli zorlu bir felsefi sistemin merkezine yerleştirilir. Ethics’in tercümesi, ilerde George Eliot olacak bu kadına insan olmanın radikal felsefesini öğretmiştir; hayatlarımızın diğerleriyle ilişkilerimizle nasıl şekillendiği bu çalışmada titizlikle açıklanmıştır. Modern psikolojinin buluşlarından çok önce bu felsefe, kendi duygularımızı anlamanın nasıl terapötik ve güçlendirici olabileceğini de ortaya koymuştur.
Resmi Olmayan Bir Balayı
Eliot’ın Spinoza ile karşılaşmasının hikayesi büyüleyicidir. 1841’de babasıyla Coventry’nin eteklerine taşındıktan sonra, kültürel ufkunu genişleten ve kozmopolit edebiyat, sanat, bilim ve felsefe dünyasına erişimini sağlayan özgür düşünceli entelektüel camiaya girer. Din tarihini inceler; David Strauss’un çığır açan muhteşem kitabı The Life of Jesus Critically Examined’ı Almancadan İngilizceye çevirir ve dini dogmatizm ve zulüm hakkında şaşırtıcı bir eleştiri sunan Spinoza’nın Theologico-Political Treatise’i çevirmeye başlar (1670). Londra’da Westminster Review’ı yayına hazırlamak için kendisine katılması için cesaretlendiren yayıncı John Chapman ile tanışır. İngiliz felsefesi ile yakından ilişkili bir dergidir: 1823’de filozof Jeremy Bentham tarafından radikalizm ve reformun ilkelerine hizmet etmek için kurulmuş ve daha sonra John Stuart Mill tarafından yayına hazırlanmıştır. Chapman’ın mülkiyeti altındaki dergi; yeni, politik ve ahlaki düşüncelere özgürlükçü ve ilerici bir platformdur. Londra’ya taşındığında, adını, hecelenmesi daha modern olan Marian Evans olarak kullanır ve 1851’den 1854’e kadar dergiyi yönetir. John Chapman’ın Strand’daki evinde kaldığı sırada, tarihi, bilimsel, felsefi ve edebi eserlere ilişkin önemli incelemelerin ve yazıların işletmeye dahil edilmesini sağlar. Hem otoriter hem de diplomatik, parlak bir editördür ve Westminster Review’un seçkin yazarları ve fon sağlayıcılarıyla ustalıkla ilgilenir.
Marian Evans’un hayatı, edebi Londra’nın canlı kalbindeki metropoliten bekarlığı, karısından ayrılmış olsa da evli olan tanınmış yazar George Henry Lewes ile ilişkiye girmesi ve bir veda partisiyle skandal biçimde sona erer. 1854 yazında Almanya’nın Thuringia eyaletindeki Weimar’e taşınmak için Londra’dan ayrılırlar, daha sonra Lewes, Goethe’nin biyografi araştırması için Berlin’e gider. Bu sırada Evans ya da artık kendisine seslenildiği “Bayan Lewes,” Ethics’i tercüme etmeye başlar. Resmi olmayan balayı sonunda çevirisinin yarısındadır, 1856’da çeviriyi İngiltere’de tamamlar; gizemli yeni bir yazar olan George Eliot’u edebi sahneye çıkaran üç öykülük Scenes of Clerical Life’ ı yazma güvenini toplamadan önce üstlendiği son büyük proje budur.
Spinoza’ya olan ilgisi, ruhsal ve kişisel özgürleşme yıllarında, 1840’ların başından 1850’lerin sonuna kadar uzanır. Yahudi filozofla ilk olarak, öncü İngiliz entelektüel avangartları arasında tartışmalı fikirleriyle dikkat çekmeye başladığında karşılaşır. 19. yüzyılın başlarında, erken Alman Romantikleri, geleneksel Hıristiyan teolojisine alternatif olarak Spinozizme dönmüştür ve bu Alman düşünürlerden esinlenen şair Samuel Taylor Coleridge, Spinoza’yı savunan ilk İngilizlerden biri olmuştur; fakat her nedense felsefeyi halka sevdirme konusunda etkili olamamıştır. 1843’de yayınlanan “Spinoza’nın Hayatı ve Eserleri” başlıklı uzun bir Westminster Review makalesiyle Spinoza’yı İngiliz halkına tanıtan George Henry Lewes olmuştur. Lewes daha sonra bir grup amatör filozofun Cumartesi günü “karşıt görüşlerin dostane çarpışması” için bir araya geldiği Holborn’da Kırmızı Aslan Meydanı’ndaki bir barda Spinoza hakkında ilk kez nasıl bilgi edindiğini hatırlar. Bu 1830’ların sonlarıdır ve “o zamanlar” “Spinoza’nın İngiliz okuyucu için erişilemez olması, belirsiz itham veya saçma yanlış beyanların gömülmüştür, ” diye açıklar.
Marian (Mary Ann) Evans, Lewes ile ilk karşılaşmasında bu 1843 tarihli makalesini okuyup okumadığını bilmiyoruz, ancak Samuel Taylor Coleridge’in doktoru Robert Brabant’ın Theologico-Political Treatise’in bir kopyasını ödünç verdiğinde Spinoza’yı okumaya başladığını biliyoruz. Bu çalışma açıkça onun üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Ekim 1843’de arkadaşı Sara Hennell’e yazdığı bir mektupta temel argümanlarından birini şu yazıyla tekrarlamıştı: “Spinoza’nın, ‘batıl inançların koltuk değneklerinden ayrılmalıyız. Yüce Varlık’la herhangi bir katı inanç üzerinden tutarsız korkularımızdan dolayı bu batıl inançlara değer vermeye devam mı edeceğiz? Sorgulama özgürlüğü için yeterince mücadeleci ve kavgacı olamıyoruz,’ fikrini destekliyor ve benimsiyorum.” O ve Lewes 1851’de Londra’da buluştuklarında, önceki on yıl boyunca Spinozist araştırmalarıyla ilgili notları karşılaştırmış olmalılar ki Ethics’i tercüme etme planı bu şekilde ortaya çıkar. Lewes, böylece felsefe çalışmalarında uzmanlaşmış yayıncı Henry Bohn ile Marian Evans’ın çevirilerinin yayınlanması üzerine bir anlaşma yapar.
Spinoza’nın fikirleri neden George Eliot için bu kadar ilgi çekiciydi? Öncelikle, Hıristiyanlık üzerine görüşleri ilgisini çekmiş olmalı. Amsterdam’ın Yahudi cemaatinde (ünlü genç bir adam olunca kovulduğu) yetiştirilen Spinoza, 17. yüzyıl Hollanda Reform Kilisesi’nin baskısı altında yaşamış ve -Kalvinistlerin- insan doğasının zayıflığı ve ahlaksızlığıyla övünmesini eleştirmişti. Dini baskı ve çatışma döneminde Spinoza, dini, bireyleri güçlendiren ve toplumda barışı destekleyen bir olgu olması gerektiğini savunmuştu. Tanrı’nın sadık hizmet karşılığında lütufta bulunan despot bir prens ya da kötü davranışı cezayla tehdit eden yasaklayıcı bir baba figürü şeklindeki popüler tasvirlerini beğenmiyordu. Erken aydınlanma figürü olarak Spinoza, okuyucularını rasyonel güçlerini geliştirmeye ve hayal güçlerini antropomorfik batıl inançlı dini fikirlerden arındırmaya çağırmıştı.
Sık sık ateizm suçlamalarına rağmen, Spinoza’nın felsefesi manevi huzurun yanı sıra katı rasyonaliteyi de savunur. Ethics’in temel iddialarından biri, her şeyin Tanrı’da olmasıydı. Bu, bizim de Tanrı’da olduğumuz anlamına geliyordu. Spinoza, Tanrı ile olan ilişkimizi anlamanın, doğanın üretken gücü olarak da kabul edilebileceği sonsuz, ebedi gücün bize en derin mutluluğu getireceğine inanıyordu. Einstein’ın “Spinoza’nın Tanrısı” na inandığını söylemesi onun bilimsel mistisizminin özeti olarak alıntılanır.
Spinoza istikrar ve düzene adanmış ölçülü bir düşünür olmasına rağmen, Alman Romantiklerin imajını yeniden şekillendirmişti: Şair Novalis, Spinoza’yı “Tanrı için mest olmuş bir adam” olarak tanımlardı. 19. yüzyılın başlarında Spinozizmin yeniden canlanması, çoğunlukla özgürce seven, panteist bir maneviyatla ilişkilendirildi. Örneğin Wordsworth, doğada ve şiirde, kiliselerden veya zorunlu inançlardan daha fazla manevi anlam bulmuştu.
Kalvinizm, 17. yüzyıl Hollanda Cumhuriyetinde olduğu gibi 19. yüzyıl İngiltere’sinde de güçlü bir kültürel güçtü ve Mary Ann Evans’in gençlik tutkularını sert bir Evanjelik inanca yönlendirmişti (veya belki de yüceltmişti). 1840’larda Coventry’deki özgür düşünen arkadaşları, onun kendine has dindarlığını ve muhafazakâr bir ailede yetiştirilmesinden kaynaklı Anglikanizm’ini sorgulamışlardı. Spinoza’nın ihtiyatlı felsefi iddiaları bu ciddi genç kadının geleneksel dinine güçlü bir panzehir oldu. Fakat Spinoza ahlaki açıdan aynı zamanda derin ve özgün bir düşünürdü ve Marian Evans üzerinde kalıcı etkisi olan şey, radikal teolojiden çok insan doğasını derinden kavramış olmasıydı.
Bir filozof olarak Spinoza, sadece insan davranışıyla ilgili psikolojik gözlemler sunmaz. Duygusal ve etik hayatımızla ilgili görüşü, bir insanın ne olduğuna dair metafiziksel bir vizyonu vardır. Spinoza, insanları kendi kendine yeten ve bireyselliği ifade eden bir birey-kavramı olarak görmek yerine, yalnızca Tanrı’nın madde olduğunu ve diğer her şeyin bu maddenin, her şeyin altında yatan gerçeklik olduğunu savunur. Türler maddeye bağımlıdır ve ondan ayrılamaz. Bir türün maddeyle olan ilişkisi, bir dalganın okyanusla olan ilişkisine ya da bir gülümsemenin yüzle olan ilişkisine benzer. Türler, ortaya çıkan ve uzaklaşan, formlarını değiştiren ve tüm yer değiştirme koşullarına bağlı olan geçici varlıklardır. Madde değil, tür olduğumuzu ileri süren Spinoza, sabit özlere ve aşılmaz sınırlara sahip otonom bireyler olduğumuzu reddeder. Bir insan yaşamı, bir dalgadan veya bir gülümsemeden daha uzun sürer, biz de benzer şekilde akışkan, şekil değiştiren varlıklarız; organik ve sosyal çevrelerimiz tarafından var edildiğimizden ya da belki de en önemlisi diğer insanlarla olan ilişkilerimizden dolayı özgür irade anlamını yitirmiştir.
Spinoza, devamlı kendimizi koruma çabasıyla varlıkları değiştirdiğimizi vurgular. Bazen gücümüz artar, bazen azalır ve sonunda hepimiz geri dönülmez bir şekilde azalırız ve sonra da ölürüz. Hem bilinçli hem de bedenlenmiş olduğumuz için gücümüzdeki bu değişimler farklı biçimler alabilir. Örneğin, sağlıklı beslenme ve egzersiz programları bizi fiziksel olarak güçlendirebilirken, ödüllendirici bir dostluk veya tatmin edici bir çalışma bizi zihinsel veya ruhsal açıdan güçlendirebilir. (Spinoza, doğamızın fiziksel olmayan yönünü tanımlamak için sıklıkla “zihin” veya “ruh” olarak tercüme edilen Latince anima kelimesini kullanır). İnsanlar bilinçli varlıklar olduklarından kendilerindeki zihinsel ve fiziksel güç dalgalanmalarını hissedebilir, ve işte bu dalgalanma hissi duygulardır. Spinoza üç temel duygu tanımlar: gücümüzde bir artış hissi olan sevinç; gücümüzde bir azalma hissi olan keder; ve varlığımızı sürdürme çabamızın hissi olan arzu. Diğer tüm duygular; aşk, nefret, öfke, keder, kıskançlık, pişmanlık, gurur, yardımseverlik, acıma ve daha fazlası bu üç temel duygudan birinin varyasyonlarıdır. Duygusal yaşamlarımız sonlu olan bir doğallığın dalgalanan biçimlerinde köklendiği için duygularımızı tam olarak anlamak, kendimizi felsefi bir yolla tanımak anlamına gelir. Spinoza için duygularımız felsefi bilgiye engel değildir. Aksine, duygularımız kendi varoluşumuzun doğası hakkında hayati ipuçları sunar ve bilgelik arayışında bize rehberlik edebilir.
Olmayan Varlık
Romanın edebi formu, George Eliot’un Spinoza’nın ortaya koyduğu felsefi soruları keşfetmesiyle şekillenir. Spinoza gibi insan özgürlüğünün ahlaki yaşamın önkoşulu değil, en iyi şekilde mücadele etmek ve geliştirmek zorunda olduğumuz bir amaç olduğunu düşünürdü. Ayrıca Spinoza’nın etiğini (filozofların bazen “iyi yaşam” olarak adlandırdığı şey), bir güçlendirme ve aydınlanma projesi olarak görmüş, onu doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü gibi sabit değerlere dayanan siyah-beyaz bir etik kavramından şüphelenerek takip etmişti. Bu ahlaki bakış, en derin etik sorularımızı belli bir biçime sokar. Hepimiz karşılaşmalarımız ve ilişkilerimiz tarafından biçimlendiğimize göre, bizi azaltacak değil güçlendirecek şekilde nasıl yaşayabiliriz?
Middlemarch‘ın sonunda, George Eliot’un anlatıcısı şu tavsiyeyi sunar: “Dışında bulunanlar tarafından biçimlenmeden maneviyatı çok güçlü hiçbir yaratık yoktur.” Bu bir Spinozist iç görüdür: Ethics’de -romancının çevirisinde- “varlığımızı korumak için hiçbir şeyi dışsal bir şey istemememiz gereken bir duruma getiremeyiz ya da dışımızdaki şeylerle ilişki kuramayarak yaşayamayız,” yazar. George Eliot’un romanlarının karakterleri düşünce, duygu ve eylemlerini şekillendiren, bu karakterlerin çoğunlukla kendilerinin kısmen görebildiği karmaşık nedenler ve ilişki ağlarını ortaya çıkarır. İnsan hatasını, körlüğü, aptallığı ve kendini aldatmayı tasvir etme konusunda ustalaşmıştı. Ama aynı zamanda kendilerini ve başkalarıyla olan ilişkilerini çok iyi anlayan karakterleri de kullanmıştır: Adam Bede, Silas Marner, Daniel Deronda ve Middlemarch’ın Dorothea Brooke anlatıları boyunca kendini tanımaya başlama vardır. Algıları hiçbir zaman tamamlanmamış olsa da bu ruhlarını genişletir ve diğer insanlarla mutlu bir şekilde yaşamalarını sağlar.
Bu romanların okuyucuları olarak, bireysel yaşamların oluşturduğu ve değiştirdiği gizli süreçlerin ayrıcalıklı izleyicileri haline geliyoruz. Middlemarch’ın her şeyi bilen anlatıcısı Dorothea Brooke ve Tertius Lydgate ve komşuları, birbirine bağlı yaşamlarını inceleyerek “belirli insan gruplarının insanı nasıl çözdüğünü ve nasıl dokunduklarını ve iç içe geçtiklerini gördüğünü” söyler. George Eliot, hikayelerini Spinoza’nın felsefi yazısında aradığı aynı aydınlatıcı, terapötik etkilere sahip olarak yazmıştır.
Eliot’un Spinoza’nın felsefesini Etik’ten alıp edebi kurgusal forma çevirdiğini söylemek istemiyorum. Aristoteles, Kant, Hegel, Mill, Auguste Comte ve Ludwig Feuerbach da dahil olmak üzere birçok filozofun fikirleriyle tanıştı ve kendi tarihsel ve coğrafi durumuna cevap olan vizyonuyla fikirlerini birleştirdi. Sempati, hoşgörü ve merhamet, romanlarında en fazla görünen ve onlara kendine özgü ahlaki atmosferi veren erdemlerdir.
Yine de Spinoza, onun felsefi fikirlerinin en önemli etkisiydi ve Ethics‘i 19. yüzyıl İngiltere’sindeki herkesten daha iyi biliyordu. Ne yazık ki tercümesi yayınlanmadı, çünkü Lewes, yayıncı Henry Bohn ile sözleşmelerinin şartları konusunda ters düştü ancak Spinoza’nın yoğun Latince metnindeki tüm çalışmaları tamamen boşa gitmedi. Sağlıklı bir mizah dozuyla zerk edilen romanlarının metafiziksel ve etik anlayışlarını örterek, Spinoza’nın sade, zor işlerine yaklaşamayan sıradan insanlar için erişilebilir olmasını sağladı.
Çağdaş akademisyenler, felsefe tarihindeki kadınların eksikliği konusunda endişelenirken, George Eliot’un felsefi başarılarını genellikle kabul etmez. Ethics‘in çevirisi için Latincede uzmanlık kadar mantıksal hassasiyet ve metafizik bilgisi de gerekiyordu. Bu açıdan bir daha bakınca bu başarısı onu 19. yüzyılın en önemli kadın entelektüeli olarak anmamız için bence iyi bir nedendir. Dahası, George Eliot kendi kurgularında geçen yüzyıl boyunca bunu tanımlamaya gayret etmiş ve profesyonelleştirilmiş akademik argümanlarla oldukça dar sınırlarda kalmış felsefe anlayışımızı, bunun ötesine taşıyarak felsefeyi daha tanınabilir hale getirmiştir. Eğer felsefe; düşünmek, hissetmek, kendini bilinçli varlıklar olarak tanımaksa ve gerçek doğamızı anlamayı öğrenmek ve -Spinoza için olduğu gibi- başkalarıyla iyi geçinerek yaşamaksa, o halde aynı soruları orijinal yollarla derinlemesine araştıran Middlemarch’ın yazarı Eliot, İngiltere’nin en büyük filozofu olarak bile adlandırılabilir.
©® Düşünbil (2020)
Yazar: Clare Carlisle
Çeviri: İlknur Aktulan
Çeviri Editörü: Elif Arslan
Kaynak: prospectmagazine.co.uk