Kariyerime felsefe eğitimi vererek başladım. Yale’de yedi yılımı, Williams College’da dört yılımı ve daha sonra Stratfor’un merkezinin kurulacağı Austin’deki Teksas Üniversitesi’nde bir yılımı geçirdim. Özgeçmişimi böylesine öne çıkarmamın bir sebebi var: “alternatif gerçekler”, “yalan haberler” ya da “hakikatçilik” gibi kelimeler duyunca, içimdeki felsefe aslanının önüne kırmızı et atılmış gibi oluyor. Siyasi söylemimiz, epistemolojinin derinliklerine indiğinde, kuşkucu çaresizliği hafifletmeye çalışmak adına biraz zor elde edilen bilgiye başvurmaktan kendimi alamıyorum.
Güveninizi tazeleyeyim: Bu makalenin yayımlanacağı yer, bir tür sağduyulu gerçekçiliği desteklemektedir. Evet, gerçekler var. Bazı şeyleri elbette bilebiliriz ve elimizden geldiğince fazla nesnel gerçekliğe ulaşmak adına sahip olduğumuz en ileri bilimi kullanmamız gerekir.
Fakat hakikat buysa, nasıl oldu da nihilizmle sınır komşusu olan radikal kuşkuculuk ve kinizm noktasına vardık? Peki ya bu konuda ne yapabiliriz? Felsefenin karanlık derinliklerine adım atmak, gerçekliği bir nebze kavramaktan daha azı değildir.
Gerçeklikten Şüphe Duymanın Tarihi
Bir zamanlar, epistemolojiye dair bir tür görkemli masumiyet bulunuyordu. Platon ve Aristoteles, bilginin teorisine (bir şey hakkında fikir sahibi olmaktansa onu gerçekten bilmenin ne anlama geldiğine ve bilmenin farklı türlerinin neler olduğuna) değinmiştir, fakat Descartes’ın 17. yüzyılda Batı geleneğine aşıladığı felç edici şüpheyi herhangi bir şekilde dert edinmemişlerdir. Yarısı suyun içinde olan kayık küreğinin biz öyle olmadığını bilsek de kırık gibi görünmesine benzer olaylarla kafasını meşgul eden Descartes, duyuların ortaya koyduklarından kuşku duymaya başladı; bu durum, onu, potansiyel olarak dine hakaret suçu sayılabilecek olsa da şu ünlü soruya yöneltmiştir: “Tanrı beni aldatıyor olabilir mi?”
Descartes’ın içten pazarlıklı şüphesi, yüzyıllardır hiçbir zaman bütünüyle doyurucu olmayan kalkışmaları, insan bilgisi için sağlam temeller bulma yönünde harekete geçirmiştir. Şimdi, bu yüzyılları baş döndürücü bir hızla anlatacağım; emniyet kemerlerinizi bağlayın.
Descartes’ı yakından takip eden Leibniz ve Spinoza gibi rasyonalistler, doğuştan gelen fikirlerin önemini savunup her şeyin doğuştan kafanızın içinde olduğunu öne sürdü. Fakat sonra, Locke ve Hume gibi ampiristler, her şeyin ancak duyular yoluyla kafanızın içine girebileceğini iddia etti. Nedenler ve sonuçlar arasında aslında herhangi mutlak bir bağlantı bulamayacağımızı belirten Hume’un nedensellik hakkındaki kuşkuculuğu, Immanuel Kant’ı “dogmatik uykusu”ndan uyandırmıştır. Söz konusu kuşkuculuk, Kant’ı, öznel ve nesnel, rasyonalist ve ampirist diyalektiği çözümlemeyi başaran bir felsefi yapı örmeye sevk etmiştir. Kant, bu diyalektiğin her iki yönünü de, “kendinde şeyler”i (Ding an sich) aslında hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, yalnızca anlama kategorilerimizin süzgecinden geçen şeyleri; yani nedensellik, birlik, olasılık, gereklilik ve benzerlerini bilebileceğimizi söyleyen bir idealizme sürükleyerek bahsi geçen yapıyı örebilmiştir.
Hegel, Kant’ın idealizmini kabul etmesine karşın, bu kategorileri harekete geçirmiştir. Kendinden önceki bütün felsefeler (antik düşünürlerden Aquinas ve Descartes’a, rasyonalist ve ampiristlerden Kant’a kadar), uzun süre gökyüzünde bir tür zaman üstü tasarı arayışına girmişken, Hegel, felsefeyi zamanın içerisine yerleştirmiş; bizlere bilincin bir tarihi olduğunu, Yunan dünya görüşünün erken Hristiyan dünya görüşünden farklı olduğunu ve rasyonalist Aydınlanma’nın antik hurafeyle muazzam bir mücadele içerisinde olduğunu göstermiştir.
Aristoteles, hayvan türlerinin hem sayı hem de nitelik anlamında tasarlandığı ebedi bir düzen olduğuna inanıyordu. Aristoteles’in bu inancını, Darwin’in evrimi keşfetmesi baltalamıştır: Bu keşfin devingenliği, eskinin yerine yeniyi koymuş; artan çoğulculuğu ise, eskiden az olanı, çok haline getirmiştir. Aynı şekilde, felsefede de, bir tür ebedi düzene dair bütün arzular, Hegel’in temellerdeki tektonik hareketliliği göstermesiyle baltalanmıştır; Thoman Kuhn, bunu daha sonra yeniden keşfedip buna “paradigma değişimleri” adını vermiştir.
19. yüzyılda Kant’ın ve Hegel’in idealizmi bir tarafta Marksizme evrilmiş; öte yandan da bir dizi Hegelci ortaya çıkarmıştır. Buradan da, Friedrich Nietzsche’nin “Ahlakdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine” adlı makalesindeki dehşet verici vecizesine atlayalım:
Hakikat; mecazlardan, ad aktarmalarından, insanlaştırmalardan oluşan hareket halindeki bir ordudur; yani kısacası, şiirsel ve retorik yoğunlaştırmaya, aktarıma ve süslemeye maruz bırakılmış insan ilişkileridir […]. Hakikatler, illüzyon olduğunu unuttuklarımızın illüzyonlarıdır; sık kullanıldığı için yıpranmış ve duyulara hitap eden bütün enerjisini kaybetmiş olan mecazlardır.
Şimdi başımız belada. Hakikat fikri, Platon’dan Kant’a, yüzyıllardır keyfini sürdüğü onursal zirveden düşmüştür. Hazır Hegel, Marx ve Nietzsche hakikati tarihselleştirmişken, 20. yüzyılda disiplinlerin çoğalmasının onu nasıl göreceleştirdiğine göz atalım.
Yeni Babil Kulesi
Eğer bir önceki kısım Batı felsefesinin dört yüzyılından geçen bir hızlı tren seyahatiyse, bu kısım modern üniversite etrafındaki bir Nascar yarışıdır. Özellikle de bir insanlık hali vizyonunu ötekinden ayıran geniş mesafeleri kavramak adına, hız, olmazsa olmazdır.
Eski atasözü şöyle der, “Sahip olduğunuz tek şey çekiçse, her şey bir çivi gibi görünür.” (Ya da benim örneğimde, bir başparmak.) Dolayısıyla, birçok beşeri bilimler ve fen bilimleri disiplinimizin genişlemesi ve derinleşmesi, dünyamızı, zaman zaman birinin diğerine yabancı geldiği bir dizi haritaya, teoriye ve portreye dönüştürmüştür. Mesele, sadece C. P. Snow’un karşılıklı konuşmayı giderek daha da zorlaştıran ünlü “iki kültür”ü (yani fen bilimleri ve beşeri bilimler) değildir. Beşeri bilimler ve fen bilimleri bünyesinde, uzmanlık dalları, alt dallar, ekoller ve konu odaklı kurumlar öylesine artmaktadır ki, bunları sürdürebilecek yeterince üniversite dekanı bulunmamaktadır. Bunu anlıyorum. Çünkü, ben de dekanlık yapmaktayım.
Yığınlarca bilgisayar algoritması ileri düzeyde primat vücuduna sahip sanal insana programlandığında, kendimizi nasıl anlayacağız? Bir yolu şudur: Aklın kompütasyonel metaforu (yani her şey programlamanızda yatıyor) hakkındaki bilişsel bilimler araştırmasına milyarlarca dolar, genetiğe ve fiziksel antropolojiye (yani her şey genlerinizde yatıyor) de yine milyarlar yatırın ve işte buyrun: elde edeceğiniz şey, daha uzun ömürlü bencil genlerin geçici altyapısı olan bireysel yaşamlara sıkıştırılmış laptop ordularının karışımı niteliğindeki bir insanlık hali resmidir.
O halde, kendimizi anlamanın elbette başka yolları da bulunmaktadır. Her şeyi Tanrı’nın hediyesi kabul eden Tanrı’nın çocukları olarak (yani her şey alın yazınızda yatıyor). Her biri bir diğerine yalnızca kısmen çevrilebilen ve (dilbilimdeki Sapir-Whorf hipotezinden George Lakoff’un eserine) her birinin dünyamızı biraz farklı şekillerde anlamamıza müsaade ettiği farklı dilleri konuşanlar olarak (yani her şey konuştuğunuz dilde yatıyor). Adam Smith’ten John Maynard Keynes’e ve Milton Friedman’a, marjinal faydaları en yüksek seviyeye çıkaran akılcı ekonomik aktörler olarak (yani her şey açgözlü bireysel çıkarınızda yatıyor). Ya da, son dönemlerdeki davranış biliminin Daniel Kahneman, Amos Tversky ve Cass Sunstein gibileri aracılığıyla bizlere öğrettiği üzere, ön yargıları çok ve çeşitli olan kusursuzca akıl sahibi varlıklardan daha azı olarak (her şey nasıl olduğunuzda ve nasıl yaklaşıldığınızda yatıyor).
Başınız yeterince döndü mü? Kampüs etrafındaki bu hızlı turun amacı, yeni Babil Kulesi’ni oluşturan insanlığın verdiği görüntülerin adeta kaleydoskopik nitelikteki karmaşıklığını yansıtmaktır. Mesele, herhangi bir görüntünün doğru ya da yanlış olması değildir; bu, hakikat hakkındaki eski, masum, Kant öncesi düşünce biçimidir. Mesele, daha ziyade, hakikatler çoğalırken insanlığın diğer bütün görüntülere ilişkin taraflı tutumunun, verdiği her bir görüntünün gerçekliğini baltalamasıdır.
Sorun, hakikatin çok az olması değil, çok fazla olmasıdır.
Ne Yapılabilir?
Şimdilerde “gerçek ötesi” bir ortamı işgal ettiğimiz yönündeki alaycı iddiayı değerlendirmek söz konusu olduğunda, biz ne yapacağız? Cevap: bir kelimesine dahi inanmayacağız.
Evet, bilincin tarihselliği vardır; bunun kötü tarafı ise, geri dönüş olmamasıdır. Yorgun kafalarımızı ebedi hakikatlere veya eski durumlara yaslamaya dair hiçbir umudumuz bulunmuyor. Ancak tarihselliğimize dair iyi haber, ilerlemenin mümkün olduğudur.
Bu, 19. yüzyıl ilerici modernizminin ifade ettiği biçimde, ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Theodor Adorno ve Michel Foucault gibi postmodernistlerin ifade ettiğinden farklı olarak, ilerleme fikri, rasyonalist Aydınlanma’nın yersiz bir rüyası da değildir. Fakat ilerleme, mümkündür.
Evet, üniversite, multiversiteye evrilmiştir; kötü haber, her bir kısmı bir uçtan diğer uca incelemeksizin bütünü anlamanın mümkün olmadığıdır; ki bunu yapmaya herhangi birimizin ömrü yetmeyecektir. Fakat disiplinlerin bu hızlı çoğalışına dair iyi haber ise, bizden çok farklı olan insanların kabile geleneklerine kadar, aslında daha çok şey hakkında daha çok şey öğrenmekte olduğumuzdur.
Bugün insanlığın doğasını anlamaya çalışan düzinelerce disiplin varken, aynı zamanda farklılıklarımızın doğasını anlamaya çalışan disiplinler de bulunuyor. Kültürel antropolog Richard Shweder şöyle yazmış:
Antropologlar için inanç, arzu ve pratik konularında çeşitlilikle karşı karşıya kalmak, radikal bir şey olabilir. İşte dışarıda gözlemleyebileceklerimizin kısa bir listesi: cadıları avlayan, şeytanları kovan, ölü atalarının gönlünü alan, aç tanrılara hayvanları kurban eden, tapınakları günahtan arındıran, mesihi bekleyen, toplum içinde kendini kırbaçlayan ve domuz eti yemeyi yasaklayan insanlar…
Hikâyenin Ahlâkı
Bir zamanlar Marx, Hegel’i altüst edişinin canlı bir görüntüsünü vermişti. Hegel’in öne sürdüğü “bilincin tarih boyunca diyalektik gelişimi”ni kabul etmiştir, fakat “Hegel’in sorgulanmaya başlamasına” neden olmuştur. Tarihi, fikirlerin ilerleyişi olarak görmektense, Marx, onu insanların ve makinelerin ilerleyişi ve üretim araçlarının sahiplerinin değişmesi olarak yorumlamıştır. Aynı hikâye, fakat farklı kahramanlar. Hegel’e göre, her şey Dünya Tini’nin (Weltgeist) evriminde yatıyordu. Marx’a göre ise, her şey, kamulaştıranların kamulaştırılmasında yatıyordu.
Neredeyse aynı şekilde, felsefeden kültürel antropolojiye kadar, ben de akademinin sorgulanmaya başlamasına neden olmak istiyorum. Yüzyıllardır süregelen epistemoloji, ne kadar bildiğimizi neredeyse unuttuğumuzu nasıl bilebildiğimiz hakkında bize çok şey öğretmiştir. Clifford Geertz’in çalışmalarından Richard Shweder’inkine, on yıllardır süregelen kültürel antropoloji, ne kadar geniş çaplı bilgimizin olduğunu neredeyse unuttuğumuzu ne kadar farklı bildiğimiz hakkında bize çok şey öğretmiştir.
Ancak hadi şimdi bu akademik başarıları sorgulatmaya başlayalım. Bu bilimsel başarılar, değişim hızının ve ötekinin yüzünün gerçek hayatta, olay yerindeki deneyimiyle karşılaştırıldığında, hiçbir şey ifade etmez. Akademik boyuttaki tarihsel devingenlik ve kültürel çeşitlilik teorileri, artık teoriden ibaret değildir. Bu teoriler doğru çıkmıştır.
Kırk yedi yıl önce, nispeten örgün eğitim almamış olan Alvin Toffler adlı gazeteci, Gelecek Şoku isimli bir kitap yayımlamıştır. Toffler, bu kitapta, insanların “çok kısa bir zamanda çok fazla değişim” yaşayacağı bir günün geleceğini söylemiştir. Toffler’ın gelecek dediği, bizim bugünümüzdür.
Fakat umutsuzluğa düşmemize gerek yok. Varlığını sürdüren hakikatlerin ille de ebedi hakikatler olmadığını kabullenerek, yalnızca henüz kesin olarak yanlışlanmamış olan hakikatlere tutunmamız gerekiyor.
Shweder bunu en iyi şekilde ifade etmiş:
İnsanlar, Kali dünyasında, Bakire Meryem dünyasındakinden farklı bir yaşam sürdürmektedir. İnsanlar dünyada farklı şekillerde yaşadıklarında, kültürel psikoloji, onların farklı dünyalarda yaşıyor olabileceğini düşünür. Kültürel psikolojinin başarmaya çalıştığı şey, bu farklı dünyaların takdir edilmesidir.
Kültürel psikoloji, davranış bilimi, kültürel antropoloji ve jeopolitik gibi, farklılıklarımızı anlayıp takdir etme yollarımız var. Gerçek ötesi bir ortamda hakikatçiliğe dair herhangi bir alaycı retoriğin fışkırdığını bir dahaki duyuşunuzda, paçaları sıvayın; hüsnükuruntulara ve bilinçsiz ön yargılarımıza tarihselliğimizi, çeşitliliğimizi ve eğilimimizi bahşedin; fakat nihayetinde bütün bu çarpıklıklarla başa çıkacak yöntemlerimizin bulunduğu, yani itinalı bilimimizin ve özgür basınımızın olduğu konusunda da ısrarcı davranın.
Yazar: Jay Ogilvy
Çevirmen: Rafet Koca
Kaynak: Stratfor
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.