meyerspartners
  • 26 Aralık 2018
  • Merve Karacan
  • 0
Paylaş

Modernite, insanın her bakımdan geleneksel yapıdan gelen sınırlarını aştığı, pasif halden etkin bir hale geçtiği, aydınlanma ile başlayan bir dönemdir. Bu dönemde, akıl odaklı gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan özgürleşme; bilim, felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi bir çok alanı yeniden şekillendirmiş ve her türlü dogmatik uykudan uyanmaya vesile olmuştur.

Postmodernizm, moderniteye onun kendi eleştirdiği dogmatizm ve baskıcılığa dönüştüğü gerekçesiyle, bir karşı akım olarak ortaya çıkmıştır. Bu karşı akım veya başkaldırı büyük bir etki yaratmış ve bu etkinin de önemli sonuçları olmuştur. Bu makalede, öncelikle modernizmin doğuşu ve ne olduğu üzerinde durulacak, sonrasında postmodernizmin ortaya çıkışı ve fikirleri üzerinde durulup etkileri incelenecek ve Helen Pluckrose’dan hareketle postmodernizm tartışılacaktır.

***

İnsan, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında yıldızları, çevresine baktığında doğayı gördü. Kendinin neden orada olduğunu, doğada gördüklerini, gökyüzünün hareketlerini ve bunların neliğini, akıl sahibi olmanın doğal bir sonucu olarak sorguladı. İnsan, tarih boyunca kendini iki seçenekte konumlandırdı. Ya bu düzenliliğin ve görkemin sebebini transandant bir sebebe dayandıracaktı ve kendisini bilme konusunda pasif bırakacaktı ya da bu görkeme dahil olup kendinde taşıdığı küçük evren olan akıl sayesinde, bilgi için etkin bir duruma geçecekti.

Aydınlanma, yukarıda anlatılanlar bakımından, insanın kendini etkin bir biçimde bilmeye dahil ettiği, Kant’ın deyimi ile, “insanın aklını kullanma cesaretini gösterdiği” dönemdir. Anlaşılacağı gibi burada aydınlanma sözcüğü dinsel bir anlamda olmayıp, bilim ve akıl yoluyla tam da bu dinsel yaklaşımın şekillendirdiği, gerek insan gerek toplum anlayışından kurtulmayı temsil eder. Modernizm, aydınlanmanın sonucunda ortaya çıkan tarihsel bir dönemdir. “Moderniteye geçişte bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstriyel olmak üzere dört devrim etkilidir” (Jeanniere, 1994:16). Bu devrimlerin sonucunda, “İnsanlık tarihinde akıl ve düşüncenin, bireyin en güçlü yetisi olarak birleşmiş bir biçimde, dünyanın ve toplumun metafizik ve mistifiye edilmiş anlaşmasına dayalı geleneksel toplum ve bilgi yapılarının ortadan kalktığı modern dönem başlamıştır” (Çiğdem, 1997:21).

Modern dönemde insan, içinde bulunduğu evrende, bir cosmos gördü. Eğer içinde yaşadığımız evren bir kaos olsaydı şeylerin sürekliliğinden bahsedemezdik. Dolayısıyla belli bir zamanda süreklilik kazanan gelişmelerin bilim sayesinde çözüleceği ve nesnel, evrensel bir bilgiye ulaşılabileceği anlaşıldı. Artık insan içinde bulunduğu mekanik evrenin yasalarını etkin olarak keşfetmeliydi ve bunun yolu matematikti. Felsefi düşünce, matematik ile birlikte bilime dönüştü ve bu süreçte hümanist felsefe modern düşüncenin temellerini oluşturdu. Burada, hümanist felsefe ileride tartışacağımız konular bakımından oldukça önemlidir çünkü bu felsefe temelinde artık merkezde tanrı veya bir başka etkin güç değil, insan vardır. İnsan artık etkin bir özne olarak egemenleşmelidir. Ve en önemlisi, insanın değeri kabul edilmeli, insan doğası bilinmeli ve insanın olanakları, yetileri keşfedilmelidir. İnsan, doğası gereği iyidir, iyi yaşamın temeli, öncelikle bu dünyada atılmalı, bu iyi yaşam hakkı öteki dünyaya bırakılmamalıdır. İyi yaşam, insanın özünün ve yetilerinin keşfedilmesiyle mümkün olacaktır. Modernizm, kendini hümanizm, rasyonalizm ve deneyciliğin birleşimi olarak geleneği dışlayarak var edecektir (Koyuncu, 2013:12).

Değinilmesi gereken önemli bir nokta modernlik ve moderncilik ayrımıdır. Görüldüğü üzere modernlikte esas olan aklın ışığında gelişmelere ayak uydurabilme, yeniden kurma ve sürekli onarmadır. Yani ilerlemeyi ve bilmeyi daha yararlı kılacak bir yeni, modernliğin tercihi olacaktır. Fakat moderncilik (modernizasyon), belirlenmiş olana tabi olma halidir. Bu halde, bilgiyi sadece aktarma, bilinçsizce benimseme hâkimdir (Çotuksöken, 2002:200). Yani bu durumda modernliğin tersine etkin bir kişiden değil, edilgin bir bireyden söz ederiz. Edilgin birey eleştirmez, sorgulamaz. Akıl sıradanlaşır ve araçsallaşır ki bu durum modernliğe tamamen zıttır.

Postmodernizm, 1960’lı yıllarda Fransa’da başladı. Öncüleri, Lyotard, Foucault ve Derrida olan bu akım modernliğe bir başkaldırı projesi olarak ortaya çıktı. Postmodernistler, modernliğin aksine evrensel, nesnel bir bilgiye şiddetle karşı  çıkar. Gerçekler karmaşıktır ve yorumlanmalıdır ve evrende görüldüğü gibi bir düzenlilik yoktur, aksine bir kaos hâkimdir. Bu kaos içinde nedensellik yoktur, sadece şeyler arasında karşılıklı iletişim vardır. Tek bir doğru yoktur ve en önemlisi; ‘”İnsan algılarından bağımsız olan gerçekliğe dair sahip nesnel bir bilgiye ulaşma çabası eleştirilir” (Pluckrose, 2018:14). Postmodernizm, hümanist felsefeye karşı olarak insanın bir özünün olmadığını ve insanın topluma, kültüre göre şekillendiğini söyler. Özcü anlayışa şiddetle karşı  çıkan bu akım, modernliği kendi yıkmaya çalıştığı dogmatizm ve basmakalıpları, kendisinin tekrar ortaya çıkarması sebebiyle, eleştirir. Postmodernizme göre herkes aynı anda haklıdır. Ne evren ne de insan hakkında evrensel bir bilgi söz konusu değildir.

Gerek modernizmde gerekse modernliğe tepki olarak doğmuş postmodernizmde özne kavramı, tartışmanın gidişatını belirleyen bir diğer önemli meseledir. Burada karşılaştırılacak olan modern özne ve postmodern özne, iki akımın ana hatlarını verecektir. Modern özne, evrenseli ilerlemeci, etkin bir öznedir. Burada insan hakikate erişebilir, merakını sorgulamadan öteye götürüp gerçeklik hakkında bilgi sahibi olabilir. Modern özne kendini hem kendisine hem topluma karşı sorumlu hissetmelidir. Descartesçı bağlamda ‘”Cogito ergo sum” yani düşünen özne, modernliğin tam karşılığıdır. Modern özneyi merkeze alan modernlik, bu bakımdan düzenliliği, kuralları −bu kurallar iyi yaşam ve bilim için gerekli kurallardır− ve değerlere gönderme yapar. Gerçekler, değerler bütün insanlar için bağlayıcıdır.

“Postmodernizme göre ise özne bir kurmaca, inşa edilen bir şey, sadece bir maske, bir rol, en kötü anlamda ideolojik bir inşa, en iyi anlamda bir surettir” (Rosenau, 1998:82). Bu anlayışta özne ölüdür çünkü tek akıl diye bir şey yoktur, herkes haklıdır. “Postmodernistler, modern özneyi yine modernliğin bir parçası olmasından dolayı eleştirir. Ayrıca postmodernistler hümanist felsefeye de karşıdırlar. Onlara göre bir özne her defasında bir nesneyi gerektirir ve postmodernistler, özne-nesne ilişkisine de karşı çıkarlar” (Rosenau, 1998:87). “Özne-nesne ilişkisi yerine özneler arasılık kavramını koyarlar” (Şaylan, 1999:171).

Helen Pluckrose “Fransız ‘Aydınlar’ Batı’yı Nasıl Parçaladılar?: Postmodernizm ve Etkileri” adlı makalesinde postmodernizme farklı ve bir o kadar yapıcı bir eleştiri getirir. Bu eleştiri, postmodernistleri suçlar nitelikte değil, onları anlamaya yönelik girişimlerin sonunda, liberalizmi, insani değerleri ve bilimi korumaya yönelik kaygıların ön plana çıkarılması ile ilgilidir.

Pluckrose, postmodernizmi liberal demokrasiye ve moderniyete tehdit olarak görür. Peki bu tehdit nelere yol açabilir? Liberal demokrasi, bireyin kaderinin bir başka merci veya kişinin elinde olmadığı aksine tamamen kendi elinde olduğu bir demokrasidir. Karar ve tercihlerin doğru olabilmesi için, kişinin otonom bir varlık olması hayati bir önem taşır. Demokratik bireye çizilen her sınır −ki bu sınır ne kadar geniş olursa olsun− bu sınır bireyin kendi kararı olmadıkça, kişi için yaşamı kafeste bir yaşamdan farksız olacaktır. Pluckrose, postmodernin ilkelerinin bizi, ilkele, irrasyonele ve ‘”pre-modern’” kültüre dönüştürdüğünü söyler (Pluckrose, 2018:13). Eğer, pre-modern, ilkel ve irrasyonel olana dönüşürsek, postmodernizmin “Herkes haklıdır” savunusu bağlamında, kişi sayısı kadar fikir, kişi sayısı kadar teori çıkacaktır. Böyle bir kaos ortamında bilimin ve insan olmanın bir zemini kalmayacaktır.

Postmodernistler felsefeyi, yapısalcılığı ve Marksizmi de eleştirir. Onlara göre felsefe, etiği, aklı ve açıklığı kendisine temel alır fakat bu kavramlar zaten postmodernistlerin reddettiği kavramlardır. Yapısalcılık, insan kültürünü ve psikolojisini tutarlı ilişki yapıları olarak analiz etmeye çalışır fakat insanlarda ve kültürlerde postmodernistlere göre görelilik işler. İnsanda ve kültürde bir tutarlılık söz konusu olamaz. Her kültür kendi farklı insanını doğurur ve o kültürdeki insanlar da farklı farklı olabilir. Bu insanlar arasında bir ortaklıktan bahsetmek mümkün değildir. Marksizim ise toplumu sınıfsal ve ekonomi yoluyla ele alır ve bu durum da postmodernistlerin kabul edeceği bir şey değildir. Bu eleştirilerden belki de en tehlikelisi bilime yapılan eleştiridir. Bilimin anarşist bir tavır olduğunu söyleyen Feyeraband, bilimde ortak bir metoda tamamen karşı çıkar ve alternatiflerin gerekliliğinden bahseder (Feyeraband, 1996:35). Onun bilim anlayışı adeta bir şölen gibidir; masallar, efsaneler, bilim teorileri hepsi eşit derecede söz hakkına sahiptir. Böyle bir durumda bilimin, metafizikten ayrıldığı nokta kaybolur ve bilim yapmak ve büyücülük arasında pek bir fark kalmaz.

Pluckrose, postmodernizmin gerçektende modernizme karşı çıkıp çıkmadığını anlamak ister.  Burada iki ansiklopedi alıntısına yer verir. Encyclopaedia Britannica, postmodernizmi “büyük ölçüde Batı tarihinin (özellikle Avrupa’nın) modern dönemin felsefî varsayımlarına ve değerlerine karşı bir tepki” olarak ele alır. Stanford Felsefe Ansiklopedisi ise, “Aksine, postmodernizmin farklılıkları, modernitenin içindedir ve bu bakımdan postmodernizm modern düşüncenin başka bir tarzda devamıdır” cümlesine yer verir (Plucksorse, 2018:14). Pluckrose burada iki akıma da oldukça makul bir bakış açısından yaklaşır ve şöyle yazar: “Ben ise farklılığın, modernite aracılığıyla neyin üretildiği veya neyin yok edildiğini görüp görmememizde yattığını düşünüyorum” (Pluckrose, 2018:14). Modernite, hümanizmi, evrensel liberalizmi, bilimi ve aklın gelişimini önemser, bu durumda postmodernistler buna karşı çıkar. Ama moderniteyi, iktidarın zorbalığa evrilen gücünü, kilisenin baskıcılığını ve at gözlüğü takmış bir zihniyeti yıkmaya çalışan bir akım olarak görürsek, postmodernistler zaten bunu devam ettirmeye çalışırlar ve bu kavramların yıkılması demek zaten liberalizm, bilim, akıl ve ortak insani değerlerin korunması olacağından, postmodernizm aslında yapısökümcü bir tavırla da olsa modernizmin ilkelerini devam ettiriyor gibi görünür (Pluckrose, 2018:14).

Giddens’e göre “Postmodernizm gibi anlayış ve terimlerle uğraşmak yerine, sosyal bilimlerde şimdiye kadar belirli ve özgül nedenlerden dolayı, yetersiz şekilde anlaşılmış olan modernliğin kendi doğasına bakılmalıdır” (Giddens, 1998:48). Alıntıdan anlaşılacağı gibi, modernliğe her defasında farklı bir açıdan bakıldığında, orada mutlaka yeni bir şey keşfedilecek veya yanlış bilinen bir şey düzeltilecektir. Bu bir yazıyı her okuduğunuzda ne kadar okursanız okuyun hep yeni bir şey öğrenmek veya bildiğini sandığınız bir şeyi aslında bilmediğini fark etmek gibidir. Bu durum, nasıl ki yazının doluluğunu gösteriyorsa aynı şekilde benzer bir analoji ile modernlik hakkında da bu yargıya varmak yanlış sayılmaz.

Heller ve Fehér için ise postmodernizm daha başka bir konumdadır. Onlara göre ”Postmodernizm, modernliğin açmazlarını ortaya çıkarmaya çalışan, ya da başarılarını eleştirmek için uğraşan ve bundan beslenen bir asalaktır (Fehér, Heller, 1993:21).

Buradan sonra, postmodernizm öncülerinin kısaca neyi savunduklarına ve Pluckrose bağlamında bu savunuların eleştirisine değinmek yerinde olacaktır. İlk olarak Lyotard, postmodernizmi meta-anlatılara inanmazlık olarak tanımlar (Lyotard, 2000:12). Meta/Üst anlatı, olgulara ilişkin geniş kapsamlı ve tutarlı açıklama demektir. Hıristiyanlık, Marksizm ve bilim tam olarak bunu yaparlar ve bu anlatılar küçük anlatılar ile yer değiştirmelidir. Lyotard için kesin bir bilgi yoktur, bunun yerine epistemik görelilik söz konusudur. Onun önceliği, yaşam deneyimleri, azınlıkların söylemleridir. Yani bu düşüncede Lyotard, baskıcı liberal bir demokrasinin etik anlayışı yerine çoğulcu bir yaklaşımı savunur (Pluckrose, 2018:15). Pluckrose’a göre, “Lyotard’ın iddiası doğrudan kendi burjuva akademik baloncuğunun kuşattığı söylemlerden gelir ve aslında o kendisinin azıcık kuşku duymadığı üst anlatıdır.” (Pluckrose, 2018:18).

Michel Foucault ise bilgiyi iktidar ile ilişkilendirir. Hakikat denilen şey bir zorbalık aracından başka bir şey değildir. Bilgi ise bu zorbalığın temelidir. Ayrıca insanlar,   kültürel şekilde inşa edilirler, birey iktidarın ve toplumun bir inşasıdır ve burada otonom bir bireye yer yoktur. Foucault, “Ortaçağ feodalizmini ve modern liberal demokrasiyi eşit derecede baskıcı olarak tanıtır ve ‘onlar aracılığıyla gizli olarak uygulanan politik şiddetinin’ maskesini düşürmek için kurumların eleştirilmesini ve onlara karşı harekete geçilmesini savunur” (Pluckrose, 2018:16). Foucault’ya göre “Bilgi, tarihsel olarak olumsaldır” fakat Pluckrose onu tam bu argümanı ile eleştirir çünkü bu argümanın kendisi de tarihsel olarak olumsal olacaktır (Pluckrose, 2018:18).

Derrida karşımıza yapısöküm teorisi ile çıkar. Ona göre biz kelimeleri ancak birbirinin zıttı ile anlayabiliriz. Misal “hatırlamak” kelimesi ancak “unutmak” kelimesi ile anlaşılabilir. Derrida bu durumu dikotomi olarak yorumlar. “Dikotomi, birbirinin zıttı olan ancak biri olmadan diğerinin anlam ifade etmeyeceği şeyleri anlatan sosyal ve siyasal bilim terimidir. Derrida’ya göre bizler dünyayı bu tür dikotomilerin penceresinden okumaktayız. Oysa Derrida, bu dikotomiler ve yapıların belirledikleri şeylerin temelsiz ve tek başlarına bir anlama sahip olmaktan ziyade ancak zıtlarıyla bir anlama sahip olabilecekleri görüşündedir. Bu nedenle yapısökümsel bir yaklaşım, ihmal edileni ve dışlananı analize dahil etmeyi gerektirmektedir” (Yüksel, 2013). Derrida burada bilginin imkânsızlığını göstermeye çalışır ki zaten ona göre, hakikat denilen şey bir kurgudan ibarettir. Hakikat, merkezi düşünceler tarafından üretilmiştir, bir izdir, kokusuz bir şeydir.

Buraya kadar görüldüğü üzere postmodernizm aydınlanma değerlerine, liberal demokrasiye, bilimin olanaklılığına şiddetle karşı çıkar. Onlara göre paylaşılan insanlıkta bir yanılsamadır, insanlık yerine kimliğe odaklanılmalıdır. Ahlak denilen şey kültürel olarak göreli bir kavramdır. Kimberle Crenshaw’ın kesişimsellik kuramı  bu düşünceye tam olarak uygundur. Bir gurupta homojen bir yapı bulmak mümkün değildir, insanlar yaşantılarına ve kültürlerine göre şekillenirler. Bu şekillenmenin sonucu olarak paylaşılan bir insanlıktan ve ahlak duygusundan söz edilemez. Bu düşünceler ışığında Pluckrose postmodernizmi şöyle eleştirir: “Statükoyu ‘yıkma’ arzusu, yaygın olarak arka çıkılan değerlere, kurumlara ve ötekileştirilmişlerin savunusuna karşı koyma değer ve inanç sistemi içerisinde kesinlikle liberaldir. Buna karşı çıkmak şüphe götürmez bir biçimde muhafazakârlıktır. Bu tarihsel bir gerçekliktir, fakat biz statükonun oldukça liberal olduğu, liberalizmin cinsiyete, ırka ve cinselliğe bakılmaksızın herkes için özgürlük, eşit hak ve fırsat değerlerini savunduğu tarihteki benzersiz bir noktadayız” (Pluckrose, 2018:17, 18).

Pluckrose, postmodernizmi öncelikle bilime olan güvensizlik ortamına sebep olmasıyla eleştirir. Bilime olan güvensizlik bilginin zemininin kaybolmasına ve herkesin haklı olması durumunda ortaya çıkan kaosun yol açtığı hayati tehlikelere neden olmuştur. Öyle ki artık insanlar çocukların aşı yaptırıp yaptırmamakta bile kararsızdırlar. Statükoyu yıkma arzusu ve kavramların yeniden şekillendirilmesi ve bunun özgürlük ile bağdaştırılması toplum öyle aksetmiştir ki, insanlar tıp bilimine karşı bile güvensizlik içinde olmuş ve karşılarına çıkacak daha büyük sağlık sorunlarına açık kapı bırakmışlardır. Özellikle bilim konusunda “Ne olsa uyar” algısı tehlikeli sonuçlara yol açabilir.

Sosyal bilimler için de tehlike geçerlidir. Felsefenin, tarihin, sosyolojinin kavramları değiştirilmiş, bu bilimlerin geleceği ve yaptıkları iş çarpıtılmıştır. Aslına bakılırsa, postmodernizmin tavrı felsefi bir tavırdır. Felsefecilerde statükoyun baskıcılığına karşı dururlar, dogmatizmi tehlikeli bulurlar. Ama bunların hepsinin eleştirisinin parmak sallamak kıvamında değil, yapıcı ve yol gösterici kıvamda eleştiriler olması gerekir. Nietzsche’nin decadance kavramını kullanan postmodernistler bu kavramı çarpıtmış görünür.

Felsefe, hayata dokunmalı ama bu dokunuş yıkıcı değil yapıcı bir dokunuş olmalı ve hiçbir zaman insan haklarına, ortak insanlık duygusuna, din ve vicdan özgürlüğüne, empati gücüne, iyi yaşama zarar vermemelidir ki felsefe bunlara zaten zarar veremez aksine bu kavramların daha iyi bir halde olması için uğraşır. Burada önemli olan, felsefenin kullandığı kavramları kullanarak, deyim yerindeyse bir “saldırıda bulunmamaktır”.

Nussbaum ortak bir insanlık paylaşımına karşı çıkan postmodernistleri, Aristotelesçi bağlamda eleştirir. Postmodernistlerin anti-özcü eleştirilerine olan duruşunu ve onların ahlak duygusunu şöyle ifade eder: “Nussbaum’a göre anti-özcülerin söylediği bir şey yoktur aslında. Çok eskiden beri süregelen yoksul ve yoksun tartışmalardan başka ortada olan bir şey yok. Tüm söylenmeye çalışılan şey her birimizin dünyayı farklı farklı yorumladığı mıdır? Eğer her şey bu durumdan ibaretse o zaman içinde bulunduğumuz dünyayı anlamaya çalışmanın, eylemlerimiz üzerinde düşünmenin ne anlamı var?” (Erkızan, 2017: 59) Her şey herkesin yorumlandığı gibi olsaydı bu belirsizlikte insan olmak, değerler ve ahlak için bir zemin olmaz ve doğru-yanlış, iyi- kötü  subjektif görüşe göre şekillenen oldukça tehlikeli bir hâl alırdı.

Nussbaum, insan olmayı ve insani yaşamın biçimini, “Kalın-Keskin Olmayan” bir şekilde, maddeler hâlinde şöyle ifade ediyor: Ölümlülük, bir bedene sahip olma, acıyı ve hazzı deneyimleme kapasitesi, bilişsellik kapasitesi olanaklılığı, erken çocukluk gelişimi, insanın kendi aklını kullanarak yaşamını planlama, diğer insanlarla dostluk/bağ kurma, diğer varlıklarla ve doğa ile bağ kurma, eğlence ve oyun, ayrı-olmaklık. Bu on maddeden ikisi hayati önem taşır: Pratik akıl, yani insanın kendi aklını kullanarak yaşamını planlaması ve diğer insanlarla bağ kurmak. İnsan ancak otonom bir varlık olduğu sürece hayatını iyi bir şekilde devam ettirebilir, Akıl sahibi olmanın zorunlu ve doğal sonucu olan otonomluk olmadan insan olmaktan söz edilemez. Misal postmodernist Foucault, insanın kültüre göre inşa edildiğini, insanların duygularının, söylemlerinin bir iktidar ilişkisinin sonucu olduğunu söyleyerek insana otonom olması için hiç açık kapı bırakmaz (Pluckrose, 2018: 15). Bu kabul edilemez. Aynı şekilde diğer insanlarla bağ kurmak da oldukça önemlidir. İnsan diğer insanlardan ayrı olmak durumunda olsa da, başkasını sevebilmek, duyguları paylaşabilmek, empati yapabilmek insan olmanın gerekliliğidir. Bu iki madde dışında diğer maddelerin süreçleri ve özellikleri insanların yaşam biçimlerine göre değişiklik gösterebilir, fakat bu iki madde değiştiğinde bir insandan söz etmemiz mümkün değildir. Bu bağlamda, postmodernistlerin ortak bir insan anlayışını reddetmeleri bu iki maddeyi de reddetmeleri anlamına geldiğinden, onların nasıl bir varlıktan söz ettiği merak konusudur.

Nussbaum, postmodernistlerin ahlak duygusunu özetleyen bir mitostan bahseder: Yazılı-teorik uzayın sonsuz derinliklerinde bir yerde Kitabi diye bilinen bir gezegen varmış. Bu gezegenin sakinleri çok iri cüsseli ve her birinin tek bir gözü varmış. Bunları saymazsak onlar insanlara çok benziyormuş. Mitolojilerine bakılırsa onlar buraya dünyadan göçmüş birilerinin soyundan geliyorlarmış. Bunlar, ataerkil baskılardan ve düalist düşünceden kaçabilecekleri bir yer bulma umuduyla dünya gezegenini terk etmişler. Onlar farklılık, fayda ve güç oyununu serbestçe yaşamanın zevkini tatmak istiyorlarmış.

Kitabi Gezegen’de birçok millet varmış. Bazıları zengin, bazılarıysa çok fakirmiş. Bu milletlerin büyük bir bölümü arasında büyük eşitsizlikler söz konusu ve de onlar vatandaşların  sağlık, hareket özgürlüğü ve eğitim seviyesi üzerinde gözle görülür etkileri varmış. Gelin görün ki, Kitabı Gezegen’in sakinleri, bu meselelere bizim onlara baktığımız gibi bakmıyorlarmış. Çünkü onlar teoride değil, gündelik yaşamın dokusunda da -birinin komşusunun acısını bizzat hissetmesi gerektiği veya bir yabancının acısını bir komşusuymuş gibi önemseme ve bunu da evrensel insan düşüncesi ve insanın yeşermesi ışığında anlama yönündeki dünyevi eğilimi gerçekten işe yaramaz bir düşünce olarak artık bir tarafa bırakmışlar. Bu insanlara göre yabancılar, kısaca yabancı. Onlar kendi yaşamlarıyla herhangi ortak bir öze sahip olmayan, değişik yaşam biçimlerini sürdüren kişiler gibi görünürlermiş. Bunlar nadiren duygu ve düşüncelerini grup normlarını belirleyen yerel belli topluluklarla paylaşır, normal zamanlarda ise her biri kendi işi-gücü, menfaati ve iktidarını elde etme peşinde koşar; diğer herkese de yabancı muamelesi yaparlarmış.

Acaba Kitabi Gezegen’in bu sakinleri, aç, hasta veya hor görülen bir yabancı gördüklerinde hiç acı duyarlar mı? Hayır, onlar aslında bu sefil şeylerin sefilliklerini görmekten tiksinirlermiş. Onlar birilerinin, arkadaşlarının halinden anlayıp acımaz; çünkü, bunun demode olmuş Dünyevi bir düşüncenin kalıntısı olduğunu düşünürlermiş. ‘Biz, bu varlığın yiyecek kıtlığından ızdırap duyduğunu nereden bilelim ki?’ derlermiş. ‘Çünkü bu bizimkinden farklı bir yaşam biçimi ve biz farklılığın rolüne minnet duymak üzere yetiştirildik. Onlar, bunu söyleyerek kendi oyunlarına devam eder ve çekip giderlermiş’ (Erkızan, 2017:64).

Bu mitte de görüldüğü üzere, Kitabi Gezegen’deki insanlar ortak insanlık duygusundan payını almamışlardır, Pluckrose’un da dediği gibi; “insanlığın yerine kimliğe odaklanılmıştır” (Pluckrose, 2018:21). Yukarıda anlatılanlara insan olmanın bir özelliği olan empati duygusu ile baktığımızda postmodernizmin savunduğu fikirler sonucu ortaya çıkan dünya resmi ne kadar korkutucu geliyor değil mi ?

Gellner, postmodernizmi her şeye ve her alana dair aşırı müsamahakâr yaklaşımda bulunduğu için saçmalık olarak nitelemektedir. Ona göre, gerçeğin göreli olduğu; bütün inançların eşit ölçüde geçerli olduğu fikri temelden yanlıştır. Bu fikir çok garip bir şekilde, ahlaki açıdan çok geçerli olan bir fikre, bütün insanların eşit haklara sahip oldukları fikrine gönderme yapmaktadır. Bütün insanlar eşit haklara sahip ise, o halde bütün inanışlar eşit ölçüde doğrudur, demeye getirildiğini söylemektedir. Postmodernizmin çok yanlış olduğu, cilalı, anlaşılmasının mümkün olmadığını belirterek postmodernizme şiddetle karşı çıkmaktadır (Ayparçası, F., Kırılmaz, H., 2016:46).

Pluckrose, kavramların içeriğine olan müdahale ve doğru bilginin imkansızlığına olan inancın, diğer bir deyişle, “Hiçbir şey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse de aktarılamaz” sözlerini benimseyen Gorgiasçı tavrın sonucunda yitirilebilecek olan değerlerin sonucunda insanlığın aydınlanma öncesi döneme geri döneceğinden kaygılanır. James K.A. Smith, postmodernizmi “kilisenin kurumuş kemiklerini canlandırmak için gönderilen Ruh’un tazelik veren rüzgarı” olarak tanımlamıştır (Pluckrose, 2018:22). Burada da postmodernizmin eleştirdiği kiliseye umut olduğu çelişkisi açıkça görülür.

Yukarıda, modernlik ve moderncilik ayrımı yapılmıştı. Modernlik, sürekli ilerlemeyi yenilenmeyi ifade ederken, moderncilik sorgulamadan benimsemeyi, aklı araçsallaştırmayı, bilinçsizce aktarımı ifade ediyordu. Burada önemli nokta, postmodernistlerin aslında modernlik ile modernciliği birbirine karıştırmış olmaları gibi görünmesidir. Çünkü modernlikte, Pluckrose’un da gördüğü gibi ortak bir paydada postmodernizmin ilkeleri içerilir. Ama moderncilik, postmodernistlerin eleştirilerine hak verir ve böyle bir algıyı zaten modernliğin ne olduğunu bilenler de eleştirir.

Pluckrose, güvenilirliğini yeniden kazanmak için solun, güçlü tutarlı ve mantıklı bir liberalizm ile kurtulması gerektiğini, bunu yapmak için de postmodern-solun söylemlerine ihtiyacımız olduğunu söyler. Onların karşıtlıklarını, ayrışmalarını ve hiyerarşilerini, evrensel özgürlük, eşitlik ve adalet ilkeleri ile birleştirmemiz gerekir (Pluckrose, 2018:22). Pluckrose, burada felsefenin incitmeden hayata dokunuşunu temsil ediyor: Postmodernistlere parmak sallamak yerine, onların haklı olabilecek yönlerini bir özeleştiri olarak kabul edip, istikrarı, mantığı, alçak gönüllüğü ve evrensel liberalizmi, irrasyonel olana, belirsiz olana karşı koruyor.

Postmodernizm, genel itibariyle modernliği moderncilikle karıştırmış görünür. Onun savunduğu, belirsizlik, değersizlik, insanın insan olmaya aykırı olan ortak bir özden yoksun olması daha doğru veya daha iyi için bir yol çizmeyecektir. Aksine bu tutum elde olan doğruları da aşırı bir karşı tutum halinde kaybetmemize ve bir çok değeri, ahlakı, felsefeyi, bilimi ve en önemlisi de insan olmayı unutturacak, tıpkı gökyüzüne bakan ama bir şey göremeyip kendince cevaplar bulan o insanın zihnine geri dönmemize neden olacaktır. İrrasyonel olmak, ortak insanlığı reddedip kimlikle ve öfkeyle hareket etmek bize bir şey katmaz. Bu tutumun bizi sürükleyeceği yer, bilgiye ve bilime olan körlük olacaktır. Belirsizlik, hiçbir zaman belirleyici olamaz. Postmodernizmin belirsizliği ve kaygan zemini, insanın ışığı olan akıl olmadan, bir denizin ortasında, sisli bir havada rotasız yolculuk yapmak gibidir.

Kaynakça
AYPARÇASI, F. , Kırılmaz, H. (2016). Modernizm ve Postmodernizm Süreçlerinin Tüketim Kültürüne Yansımaları,  İnsan&İnsan, Sayı: 8, Sayfa: 32-58
ASLAN, S., Yılmaz, A. (2001). ”Modernizme Bir Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm”,  Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sayı: 2, Sayfa: 93-108
ÇOTUKSÖKEN, B., (2002). Felsefe: Özne – Söylem,  İnkılap Yayınevi: İstanbul
ERKIZAN, H.N., (2012). Çağdaş Aristotelesçi Düşüncede İnsan: Nusbaum’un Özcü İnsan Anlayışı Üzerine Bir İnceleme, Arkhe-Logos, Sayı: 4, Sayfa: 37-66
ERKIZAN, H.N., (2012). Aristoteles’ten Nussbaum’a İnsan, Sentez Yayınları: Bursa
FEYERABAND, P., (2017). Yönteme Karşı, Ayrıntı Yayınları: İstanbul
GIDDENS, A. (1998). Modernliğin Sonuçları, (Çev. Kuşdil, E.), Ayrıntı Yayınları: İstanbul
HELLER, Feher, F. (1998). Postmodern Politik Durum, (Çev. Argın, Ş.), Öteki Yayınları: Ankara
KOYUNCU, A.A., (2013). Özne ve Hakikat Bağlamında Modern ve Postmodern Epistemolojinin Eleştirisi: Vasat’ı Yakalama Üzerine Bir Deneme,  II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi – Bildiriler Kitabı I, Sayfa: 7-19
PLUCKROSE, H., (2018). Fransız “Aydınlar” Batı’yı Nasıl Parçaladılar?: Postmoderniz m ve Etkileri, Arkhe-Logos, Sayı: 5, Sayfa: 13-23

Yazar: Merve Karacan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Merve Karacan

1992 Kütahya doğumluyum. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Felsefe Bölümü'nde okurken aynı zamanda formasyon eğitimimi tamamladım ve Felsefe Grubu öğretmeni olarak 2016 yılında mezun oldum.