Bilmesi Gereken Özne ve Büyülü Zenci
“Magical Negro” yani “Büyülü Zenci” zaten bilindik bir klişe. Bu terim, özel –hatta bazen mistik- bir sezgi gücüne veya beceriye sahip olup, bu beceriyi beyaz bir karakterle paylaşan siyahi karakter klişesine işaret etmek için yönetmen Spike Lee tarafından türetilmiştir. Lee için “Büyülü Zenci” Hollywood’un başkahraman rolündeki beyaz karakterin hikâyesinin ilerlemesi sağlamak için kullandığı bir araçtan başka bir şey değildir. Lee her ne kadar özel olarak The Legend of Baggar Vance (2000) filmi üzerine bu terimi kullanmış olsa da sonrasında terim edebiyat ve sinema eleştirmenleri tarafından benimsenmiştir (bu konuda daha fazla bilgi için Hughey’in sinematik ırkçılık üzerine makalesine bir göz atabilirsiniz:). Akademik araştırmaların dışında bile, internette bu klişeye birçok örnek bulabiliriz. Örneğin The Shining (Cinnet), The Green Mile (Yeşil Yol) ve en güncel olanı, The Hunger Games (Açlık Oyunları) gibi ünlü filmler bu klişeye yer vermiştir.
Lee’nin stereotipi Lacan’ın ‘bilmesi gereken özne’ kavramı ile işaret ettiği şeye bir örnek olarak gösterilebilir. Lacan’a göre psikanalizde, analizan analiste kendi kafasında olan şeylere ve kendisinin konuşurken gerçekte neyi kastettiğine dair bir bilgelik atfeder ve analistin hayatındaki karışıklıkları açıklığa kavuşturma yetisi olduğuna inanır. Lacan ‘bilmesi gereken özne’nin aktarımın temeli ve dolayısıyla analiz sürecinin motoru olduğunu söyler (Écrits, 308). Fakat burada çok kritik bir noktadan daha bahseder -ki buna daha sonra da döneceğiz- , bilmesi gereken özne her zaman analist olmak zorunda değildir (Seminar XI, 233).
Hollywood’a geri dönelim, bu ‘bilmesi gereken özne’nin örnekleri Lee’nin Magical Negro klişesinin siyahi karakterleriyle sınırlı değildir ve aslında azınlık grupları içeren filmlerde sıklıkla karşımıza çıkar. Düşünsenize, doğayla arasında ‘mistik’ bir bağ bulunan Kızılderili bir karakter içeren kaç tane film vardır (hatta geçen yıllarda vefat eden oyuncu August Schellenberg’in kariyeri resmen bunun üzerine kuruludur)… Ya da daha da sık rastladığımız, başkahramanlara azılı rakiplerinden intikam alabilmeleri için bir dövüş sanatı öğreten ‘doğulu bir yabancı’nın olduğu filmler… Burada aklımıza hemen Kill Bill ve The Karate Kid geliyor tabii ki.
Cilala Parlat
Yalnız son örneğimiz The Karate Kid’de, etnik stereotiplerin ötesinde önemli bir Lacanyen ders de vardır. Bay Miyagi, Daniel’ı arabasını cilalatmak, terasını temizletmek ve evini boyatmak gibi hizmetçilik işleri yaptırmaya zorlamak amacıyla köle işçi olarak işe almış gibi gözükmektedir. Fakat her şey göründüğü gibi değildir, bu sahneden anlaşıldığı gibi aslında Miyagi ona karate öğretmektedir – ne var ki çocuk daha bunun farkında değildir.
Lacan hastalarında tam olarak bu tekniği uygulamıştır. Jean Allouch’un sevimli kitabı Les Impromptus de Lacan’da da bununla ilgili bir hikâye geçer. Kitabın yalnızca Fransızcası olduğu için ben kabataslak bir çeviri yaptım:
“Aldığı fazla kiloların ve artık inanmadığı diyetlerin işe yaramazlığı hakkında şikâyet etmeyi bırakmıyordu.
Fakat esas problemin başka bir yerde olduğunu da biliyordu.
Bir gün Lacan olaya müdahale ediyor: “Gloria’ya (Lacan’ın sekreteri) sor, kilo vermek (maigrir) için iyi bir diyet biliyor” diyor.
Bir gün koridorda oldukça zayıf olan Gloria ile karşılaşıyor fakat konuyu uygunsuz bulduğu için diyetini sormaya çekiniyor.
Ama bir gün dışarıda, o kesme işareti kendi kendine beliriyor
-…bana acı çektirecek (m’agrir) bir diyet.”
(Les Impromtus de Lacan, s.62)
Lacan’ın hamlesi, kilo vermek (maigrir) göstereninin kullanımına yaptığı eleştiri aslında. Fransızca’da bu sözcük ‘acı çekmek’ (m’aigrir) ile aynı telaffuz ediliyor. Kadın durmadan kilo veremeyişinden bahsediyor ama aynı zamanda, sorunun uygulamakta bir türlü başarılı olamadığı diyetlerden başka bir şeyden kaynaklandığını da kabul ediyor. Lacan’ın ‘tercümesi’ kadının kilosunu tasvir etmek için kullandığı gösterenin aslında bilinçaltındaki bir acıya işaret ettiğini (ki bu acıya sebep olan kişiyi yalnızca tahmin edebiliriz) gösteriyor.
Bu hikâyeyle ilgili müthiş olan şey, Lacan’ın yaptığı ‘tercüme’nin söz konusu durumu açıklamak için ne kadar yeterli olduğu. Lacan kadına kilo vermekten bahsettiği sırada, aslında başka birine karşı duyduğu rahatsızlıktan bahsettiğini söylemiyor yalnızca. Aynı zamanda hastanın Gloria’ya gidip diyetini sorması gerektiği bu teatral oyunu da sergilemiş oluyor. Bunu neden yapıyor? Kadının kullandığı kelimedeki duygu karmaşasını kendi kendine duyabilmesi için – yani maigrir yerine m’agrir.
Lacan, The Karate Kid’de Bay Miyagi’nin Daniel ile kullandığı tekniğin aynısını kullanıyor. Aynı Lacan gibi, Bay Miyagi Daniel’e yalnızca bilgi aktarımı ile karate öğretmiyor. Bunu küçük bir oyuna dönüştürerek Daniel’in bilinçli farkındalığında rağmen gerçekte ne yaptığını anlamasını sağlıyor.
Her ne kadar The Karate Kid’in yukarıdaki sahnesinde ‘bilmesi gereken özne’ ‘sihirli zenci/asyalı/kızılderili’ olarak klişe formunda sunulmuş olsa da bilginin Lacanyen yolla aktarımını gösteriyor bize. Lacan bunu çok özlü bir biçimde şu sözüyle anlatır: “Konuşmacı, kendi mesajının tersine çevrilmiş halini alıcıdan alır” (Écrits, s.41). Bu, Lacan’ın öğrencilerine tekrar tekrar öğretmeye çalıştığı bir şeydir.
“Analist özneyi gözlemler ve mesajını, formüle uygun olarak, gerçek anlamıyla yani tersine çevrilmiş haliyle ona geri iletir.” (Seminar XII, s.139-140.)
Fakat Lacan’ın ‘bilmesi gereken özne’ hakkındaki asıl hamlesi bu kişinin analist oluşu değil, öznenin bizzat kendisi olmasıdır. Lacan, hayatının sonuna doğru bunun önemini öğrencileri için tekrar vurgular:
“O’na dair bir şey var, ama Diğer hiçbir şey yok. O, söylediğim gibi, O (The One), kendi mesajını tersine çevrilmiş biçimiyle aldığı için, diyaloğu tamamen tek başına kurar. O, bilen kişinin kendisidir, bilmesi gereken kişi değil.” (Seminar XXIV, 10 Mayıs 1977)
Hala daha ileriye gidebiliriz –bu Lacan’ın dinleyicisiyle yaptığı şeye çok benzer değil mi? Gerçekten derin anlamda Lacan çalışmış herkesin aşina olduğu tuhaf bir durum vardır. Lacan’ın yazılarını veya seminerlerden çıkarılan notları okurken, bir kere onun dolambaçlı ve zikzaklı yollarına girdikten sonra, genelde, gitmeye çalıştığı yöne veya hariç tutmaya çalıştığı noktaya dair hiçbir şey hissetmezsiniz. Bu, Lacan’ın kasıtlı olarak uyguladığı bir yöntemdir: Burada Freud’un Nachträglichkeit fikrini kullanır. Fransızca’da après coup, İngilizce’de Stratchey’nin tercümesiyle deferred action yani ertelenmiş eylem denir. Fakat ben Laplanche’ın terimi afterwardnessı tercih ediyorum, yani ‘sonradan gözetim’ (Türkçe’de ‘sonradanlık’ da deniyor).
Hegel’in dediği gibi, Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlıkta uçar.
Yazar: Owen Hewitson
Kaynak: lacanonline.com
Çevirmen: Melisa Yağmur Saydı
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.