• 17 Nisan 2022
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Varoluşçuluk ve Hümanizm, muhtemelen, Sartre’ın tüm felsefi yazıları içinde en çok okunanı ve kesinlikle, onun kolayca erişilebilir eserlerinden biri olmasına rağmen şaşırtıcı bir şekilde  hakkında oldukça az şey yazılmıştır. Bunun bir sebebi, Sartre’ın kendisinin, kitabın yayımlanmasından dolayı pişmanlık duyup daha sonrasında kitabının bazı kısımlarını reddetmiş olması olabilir. Ancak Varoluşçuluk ve Hümanizm, aynı dönemdeki büyük çalışması olan Varlık ve Hiçlik‘teki bir dizi önemli konuya ve çoğu insanın felsefeye olan ilgisinin başlangıç noktası olan insanın varoluşu hakkındaki bazı temel sorulara iyi bir giriş sağlar.

Anglo-Amerikan felsefe geleneğinin öğretmenleri için Sartre’ın; karmakarışık, jargon dolu, özgün olmayan, hatalı vs. olduğunu söyleyerek onun felsefesini sertçe eleştirip ciddiye almamak yaygın bir uygulamadır. Örneğin, Bryan Magee’nin 1987 yılındaki televizyon programı “The Great Philosophers”ta, Sartre’ın felsefesinin sadece gelip geçici bir ilgi olduğu ilan edilmiştir. Yine de Varoluşçuluk ve Hümanizm’de bariz olarak görüldüğü gibi Sartre’ın felsefesinde mevcut olan kusurlu yerlerde bile Sartre, kişinin hayal gücünü tetiklemekte ve insanlık durumuna dair özgün bir bakış sunmaktadır.

Benim bu makaleyi yazmaktaki amacım, Varoluşçuluk ve Hümanizm’in ana temalarına, en belirgin güçlü yanlarını ve eksikliklerini göstererek basit bir giriş yapmaktır.

Paris, 1945

Varoluşçuluk ve Hümanizm, ilk kez 1945 yılının ekim ayında, Paris’teki Club Maintenant’da halka açık bir konferans olarak sunuldu. Bu dönem, büyük bir entelektüel mayalanma ve iyimserliğin korunma zamanıydı: Paris, Nazi işgalinden kurtulmuştu ve işbirlikçilere karşı misillemeler yapılıyordu. Toplum ve ahlakla ilgili konuların önceden sorgulanmamış temellerinde, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç duyuluyordu. İçlerinde bulundukları durum, aksi halde nispeten sıradan hayatları olacak olan insanları; İşgal, Direniş ve Vichy Hükümeti ile ilgili dürüstlük ve ihanet konularında düşünmeye mecbur bırakmıştı. Auschwitz ve Dachau’daki dehşet verici olaylarla ilgili gerçekler açığa çıkıyo ve atom bombası ilk kez atılıyordu. İnsanın kötülük ve yok etme becerisinin kanıtları her yerdeydi. Felsefi sorular, özellikle de ahlak konusu artık sadece akademinin ilgi alanı içerisinde değildi.

Başlık

Açıklanamaz bir biçimde, Sartre’ın yayınlanmış konferansını tanıtan orijinal Fransızca başlığı L’Existentialisme est un Humanisme (Varoluşçuluk bir Hümanizm’dir), çeviride Varoluşçuluk ve Hümanizm’in daha hafif bir birleşimine dönüşmüştü. Varoluşçuluk ve Hümanizm, Sartre’ın konferansının polemik doğasını saklayan ve Fransızca başlıkta varolan uyumsuzluğun ihtiyatlı önerisini bozan bir başlıktı: Eleştirmenlerin Sartre’ın kasvetli romanı Bulantı’ya, sözde hümanizm karşıtlığı özelliklerinden dolayı saldırmaları sebebiyle varoluşçuluğu bir hümanizm olarak ifade etmek, bilinçli bir şekilde kışkırtıcı görünüyordu. Aslında Simone de Beauvoir, meseleyi daha karmaşık hale getirerek Sartre’ın orijinal konferans başlığından Varoluşçuluk bir Hümanizm midir? olarak bahsetmişti ancak konferansın, L’Existentialisme est un Humanisme diye yayınlanmasıyla birlikte bu konudaki herhangi bir belirsizlik ihtimali de ortadan kalkmıştı.

Varoluşçuluk

Bu konferans, varoluşçuluk olarak bilinen felsefi akımı, sıkı bir şekilde Sartre’ın ismiyle ilişkilendirdi. Sartre, “Benim felsefem, bir var olma felsefesidir; Varoluşçuluğun ne olduğunu bilmiyorum bile.” diyerek bu etiketi, daha aylar öncesinde reddetmişti. Sartre’ın ömürlük dostu olan Simone de Beauvoir’nın sonradan Koşulların Gücü olarak derlenen günlüklerinde yazdığı üzere muhtemelen ilk kez 1943 yılında, Sartre’dan bahsederken Gabriel Marcel tarafından türetilmiş olan bu terim ne onun ne de Sartre’ın hoşuna gitmişti. Ancak “Sonunda, herkesin bizim için kullandığı bu yakıştırmayı aldık ve onu kendi amaçlarımız için kullandık.” diyerek, bu terimi kullanmaya karar verdiler. Peki, bu varoluşçuluk tam olarak neydi?

Sartre, konferansında bu soruya açıkça değinmiş, varoluşçuluğu öğretilerin “en az kepazesi ve en sadesi” (s. 26) [1] olarak tanımlamış ve onun gerçekten de sadece teknisyenler ve filozoflar için tasarlandığını söylemiştir. Sartre, insanlara dair sözde varoluşçuların ortak paydasının, “özden önce varoluşun geldiği” (s. 26) inancı olduğunu dile getirmişti. Bununla Sartre’ın kastettiği şey, planı ve amacı fiziksel halinden önce var olan bir çakı gibi tasarlanmış bir nesnenin aksine insanların ne önceden belirlenmiş bir amacı veya doğası ne de olmak zorunda oldukları veyahut olmaları gereken herhangi bir belirlenim vardır. Sartre, koyu bir ateisti ve bu yüzden zihninde temel özelliklerimizi tasarlayan ilahi bir yaratıcının olduğuna inanmıyordu. Başka herhangi bir dış değer kaynağı olduğuna da inanmadı: Aristoteles’in aksine Sartre, ahlakın kaynağı olabilecek ortak insan doğasına da inanmıyordu. İnsanın çıkmazının temelinde, ne olacağımızı seçmeye ve kendimizi seçtiğimiz eylemlerle tanımlamaya zorlamamız vardır. Bize verilmiş olan tek şey, “olduğumuzdur”; “ne olduğumuz” değil. Bir çakının, “bıçağı yoksa ve kesmiyorsa gerçekten bir çakı değildir” şeklinde özü tanımlanmışken insanların doğuştan gelen bu tarz özleri yoktur:

… insan; öncelikle var olur, kendisiyle karşılaşır, hızlıca dünyaya yükselir – ve ancak onlardan sonra kendisini tanımlar. Tıpkı varoluşçunun, insana yaklaşımı gibi insan tanımlanabilir değilse bunun sebebi, başlangıçta onun bir hiç olmasından kaynaklanır. Daha sonraya kadar bir hiç olmaya devam edecektir ve sonra o, kendisinden ne yaratırsa o olacaktır (s. 28).

Bu yüzden çakının özü, varoluştan önce gelir. Hâlbuki insan için tam tersi geçerlidir. Sartre, bu şemada insan olmayan hayvanların durumu hakkında hiçbir şey söylemez.

Ne olduğumuzu seçme özgürlüğümüze yapılan bu vurgu tüm varoluşçu düşünürlerin özelliğidir. Sartre ateist olmasına rağmen Gabriel Marcel gibi bazı varoluşçular Hristiyan’dı. 19. yüzyılda, Danimarkalı bir filozof ve tanrıbilimci olan Søren Kierkegaard’ın çalışmalarından yola çıkarak varoluşçular, doktrin ihtiyacının insan deneyiminden türemiş olduğunu vurgulayıp herhangi bir ebedi özün çağrısını reddederler. Ateist varoluşçular gibi onlar da insanların, kendilerini yarattığına inanıyorlardı.

Hümanizm

Sartre’ın hümanizmden bahsederken neyi kastettiğini netleştirmek önemlidir. Hümanizm, nesnelerin merkezine insanı koyan herhangi bir teoriyi ifade etmek için kullanılan çok genel bir terimdir. Dolayısıyla örneğin Rönesans hümanizmi, özellikle sanat ve edebiyatta, Tanrı’nın doğası hakkındaki metafiziksel spekülasyondan uzaklaşarak insanlığın yapıtlarıyla ilgilenmeye yönelik bir akımla nitelenmişti. Hümanizm, insancıl ve olumlu bir ifadeye sahiptir ve genellikle iyimser bir bakış açısıyla ilişkilendirilir. Sartre’ın, tuhaf olduğunu söyleyerek reddettiği hümanizmin bir türü ise insan soyunun kendi başarılarından mest olarak kendi kendini tebrik etmesidir (s. 54-55). Onun desteklediği hümanizm, insan onuruna ve tüm değerlerin yaratılmasında insan seçiminin merkeziyetçiliğine vurgu yapar. Ayrıca Sartre’ın varoluşçuluğu, çoğu zaman hümanizmle ilişkilendirilen iyimserliği de yansıtır yani önceden belirlenmiş nesnel değerlerin eksikliğine rağmen ne olduğumuzdan tamamen sorumluyuzdur. Bu da insanlığın geleceğinin, kendi ellerimizde olduğu anlamına gelmektedir. Sartre, bu durumu onaylarcasına Francis Ponge’dan alıntı yapar: “İnsan, insanın geleceğidir.” (s. 34).

Eleştirilere Cevabı

Sartre’ın ifadesindeki amacı, varoluşçuluğa karşı yapılan birtakım suçlamalara karşı varoluşçuluğu savunmaktı. Eleştirenler, varoluşçuluğu sadece “umutsuzluğun sessizliğine” yol açan bir felsefe olarak görmüşlerdir. Diğer bir deyişle onlar, varoluşçuluğu, insanları herhangi bir eylemde bulunmaya kendilerini adamaktan vazgeçirecek bir şey olarak ve sadece uzun uzun düşünmeyi seven ataletin felsefesi olarak düşünmüşlerdi. Diğerleri ise aşırı derecede karamsar olan varoluşçuları, insanlık durumundaki aşağılayıcı olan her şeye yoğunlaştıkları için ayıpladılar. Bunun üzerine Sartre, kendisini bir bebeğin nasıl gülümsediğini unutmakla suçlayan Katolik eleştirmen Matmazel Mercier’den alıntı yaptı (s. 23). Varlık ve Hiçlik’te Sartre’ın, insanı işe yaramaz bir tutku ilan etmesi ve cinsel nitelikli her türlü sevgiyi de mazoşizmin ya da sadizmin bir biçimine dönüşmeye mahkûm kılmasıyla bu eleştiri, biraz daha ağırlık kazanmıştır.

Diğer bir taraftan da varoluşçuluk, insani dayanışmayı görmezden gelerek çok fazla bireysel seçimlere yoğunlaştığı için eleştirilmişti. Bu eleştiri hem Marksistler hem de Hıristiyanlar tarafından yapılmıştı. Ancak başka bir eleştiri de varoluşçuluğu, özgür varoluşsal seçim adına en iğrenç suçlara izin vermek gibi görenlerden geldi. Varoluşçular, Tanrı tarafından gönderilmiş her türlü ahlak kuralını reddettiğinden, “Herkes istediğini yapabilir ve bu bakış açısıyla kimse, başkalarının görüş ya da eylemlerini kınayamayacaktır.” fikrini benimsemiş gibi görünmektedir (s. 24).

Sartre’ın bu eleştirilere cevabı, onun terk edilme, ızdırap ve umutsuzluk kavramlarını analizi üzerine yoğunlaşır. Bu sözcüklerin onun için özel anlamları vardır – Sartre, onları teknik terimler olarak kullanır ve çağrıştırdığı anlamlar, günlük kullanımlarındakilerden oldukça farklıdır. Bu üç terimin de günlük kullanımı genellikle çaresizliği ve çeşitli şekillerde acı çekmeyi ima eder. Ancak Sartre için onlar, her ne kadar bazı olumsuz ilişkilendirmelerini korumaya devam etseler de aynı zamanda onların, metinlerin yüzeysel bir okunmasının ortaya çıkartamayacağı olumlu ve iyimser yönleri de bulunur.

Terk edilme

Sartre için “terk edilme”, özellikle Tanrı tarafından terk edilmek anlamına gelmektedir. Bu, Tanrı’nın metafiziksel bir varlık olarak bir dönem var olup sonra terk edip gittiğini ima etmez. Sartre, Nietzsche’nin ünlü sözünü tekrar eder: “Tanrı öldü.” Nietzsche burada, Tanrı’nın bir ara hayatta olduğunu kastetmemiş, tam tersine Tanrı inancının, 19. yüzyılın sonlarına doğru savunulabilir bir yanı kalmadığını söylemek istemiştir. Sartre, “terk edilme” ifadesini mecazi bir anlamda kullanarak kendi ahlaki seçimlerimizi haklı çıkarmak için bir Tanrı’nın ve kurtuluşa giden yolu nasıl bulacağımıza dair bize bir kılavuz verecek tanrısal bir varlığın var olmadığının farkına varılmasıyla ortaya çıkan kayıp hissini vurgulamıştır. Onun sözcük seçimleri, insanlığın evrendeki yalnız ve kimsesiz konumunun ve nesnel değere dair herhangi bir dış kaynağa sahip olmadığının altını çizmektedir.

Gördüğümüz gibi terk edilmenin en temel sonucu, ahlak kuralları için nesnel bir kaynağın yokluğudur: Sartre, Tanrı’nın var olmadığını kabul eden bazı ateist ahlakçıların yaklaşımlarına onların, Hıristiyan ahlakının sadece güvencesi olmayan, seküler bir türüne tutundukları için karşı çıkmıştır. Tanrı olmadan ahlakın olamayacağı yönündeki eleştirilere cevap verebilmek için Sartre, özgürlükle ilgili çıkarımlarına ve onunla ilişkili ızdırap durumuna dair kendi teorisini geliştirmiştir.

Izdırap

Sartre tüm kalbiyle irade özgürlüğüne inanmaktadır: Kişinin seçimlerinde belirlendiği iddiasını, Varlık ve Hiçlik’te önemli bir rol oynayan bir kavram olan “kötü niyet” etiketini verdiği bir kendini aldatma biçimi olarak gördüğünden, insan seçimi konusunda son derece anti-deterministtir. İnsanın herhangi bir özü olduğu fikrini reddetmekle birlikte “insan özgürdür, insan özgürlüktür” (s. 34) derken insanın özünü, onun özgür oluşu olduğu şeklinde dile getirir. “Özgürlük” sözcüğü, Nazi işgalinden yeni kurtulan insanlar için özellikle güçlü bir çekiciliğe sahipti. “Özgürlük”, son derece olumlu çağrışımlara sahip bir sözcüktür. Bu nedenle, onu kendi amaçlarına göre yeniden tanımlayan politikacılar tarafından sıklıkla benimsenir. Yine de Sartre, insanın özgürlüğüne eşlik eden sorumluluğun büyük bir ağırlığı olduğuna inandığı şeyi ortaya çıkaran kasıtlı bir tezat ortaya koyarak “özgür olmaya mahkûm olduğumuzu” dile getirir (s. 34).

Hepimizin sahip olduğu seçimleri tanımak, ne yaptığımız ve ne olduğumuzla ilgili sorumluluklarımızı tanımamızı zorunlu kılmaktadır: “Bizler, mazeretsiz olarak tek başımıza bırakıldık.” (s. 34) Sartre, olduğumuz her şey için sorumlu olduğumuza inanmaktadır. Elbette ki kendi ebeveynlerimizi, nerede doğduğumuzu, ölüp ölmeyeceğimizi vs. seçme şansımız yoktur ancak Sartre hissettiklerimizin sorumluluğunun bizde olduğunu, duygularımızı bizim seçtiğimizi ve bunu reddetmenin ikiyüzlülük olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir.

Aslında Sartre, bunun daha da ötesine gitmektedir. Ben sadece olduğum her şeyden ötürü sorumlu değilim, ayrıca herhangi bir konuyla ilgili herhangi belirli bir eyleme kalkıştığım zaman da sanki “bir kanun yapıcının tüm insanlık adına karar vermesi gibi” bir seçim yapmış olmaktan sorumluyum (s. 30). Dolayısıyla Sartre’ın kullandığı bir örneğe bakalım: Eğer evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı seçersem sadece kendimi değil, tüm insanlığı bu tür bir tekeşlilik uygulamasına adamış oluyorum. Bu pek çok yönden Immanuel Kant’ın “eğer bir şeyin yapılması ahlaken bir insan için doğruysa benzer şartlarda olan herkes için ahlaken doğru olmalıdır” şeklindeki görüşü olan evrenselleştirilebilirlik kavramını andırmaktadır. Sartre, insanlık durumunun kaçınılmaz hallerinden biri olarak değerlendirdiği bu genişletilmiş sorumluluğu, “ızdırap” olarak tanımlamıştır. Bu ızdırap, aldığı kararların emrindeki askerler için muhtemelen ağır sonuçları olabileceğini bilen deneyimli bir komutanın hissettiği sorumluluğa benzetmektedir. Tanrı tarafından oğlunu kurban etmesi emredilen İbrahim gibi bizler de sonuçlarını tam olarak kestiremediğimiz eylemleri icra etmenin ızdırabı içinde büyük bir sorumluluğun altındayız: “Her şey sanki tüm insanlığın gözleri her bir kişinin yaptıklarına kitlenmiş gibi gerçekleşmekte ve herkes de işlerini buna uygun olarak düzenlemekteymiş gibi gelmektedir.” (s. 32)

Umutsuzluk

Umutsuzluk, aynı terk edilme ve ızdırap gibi duygu yüklü bir terimdir. Sartre’ın bununla kastettiği, kontrolümüz dışında yer alan dünyadaki aksilik ya da inatçı durumlara yönelik varoluşçunun tavrıdır (ve özellikle de diğer insanlara yönelik tavrıdır: Gizli Oturum adlı oyununda karakterlerden biri “Cehennem diğer insanlardır.” diye bağırmaktadır). Ben ne yapmak istiyor olursam olayım, diğer insanlar ya da dışsal olaylar bunu engelleyebilirler. Bir tavır olarak umutsuzluk, olayların gelişimi karşısındaki sabırlı aldırışsızlıktır: “Descartes’ın, ‘Dünya yerine kendini fethet’ derken temelde söylemek istediği aynı şeydir, umut olmadan hareket etmeliyiz” (s. 39). Kontrolümüz dışındaki hiçbir şeye bel bağlayamayız ancak bu kendimizi bir tür eylemsizlik içine itmemiz gerektiği anlamına da gelmez. Tam tersine Sartre, hareket halinde olmak dışında bir gerçeklik olmadığı için bu durumun, bir hareket tarzına kendimizi adamaya itmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Sartre’ın ifadesiyle, “Proust’un dehası, Proust’un eserlerinin toplamıdır.” (s. 41-42). Herkes, şartlar farklı olsaydı ne yapabilecekleriyle değil, bilfiil ne yaptıklarıyla tamamen tanımlanırlar. Sartre için “suskun utanç verici Miltonlar” [2] yoktur.

Sartre’ın Öğrencisi

Sartre, terk edilme gibi teorik kavramların pratik sonuçlarını açıklarken kendisine yardımcı olması için çok belirgin bir örnek vermektedir. Kendi öğrencilerinden birinin yaşadığı gerçek bir ahlaki ikilem hikâyesini anlatır: Bu öğrencisi, onu çok seven annesine bakmak için Fransa’da kalmakla Özgür Fransa’ya katılmak için İngiltere’ye gidip ülkesinin kurtuluşu için mücadele etmek arasında kalmıştı. Annesinin sadece kendisi için yaşadığını biliyordu ve onun adına yapacağı her şey onun yaşamasına yardımcı olabilirdi. Buna karşılık, Özgür Fransa’ya katılma teşebbüsü başarılı olacak diye bir şey yoktu ve eylemleri “sudaki kum gibi kaybolabilirdi” (s. 35). Evlada özgü bir sadakat göstermekle vatanının muhafazası arasında kalmıştı.

Sartre, öncelikle geleneksel Hıristiyan ve Kantçı ahlak doktrinlerinin bu tür bir ikilemle ilgilenirken ne kadar zayıf olduklarını göstermektedir. Hıristiyan doktrini gençlere hayırsever olmalarını, komşularını sevmelerini ve başkaları için kendilerini feda etmeye hazır olmalarını söyler. Ancak bu, anneleriyle vatanlarını sevmek arasında ikilemde kaldıklarında onlara çok az yardımcı olur. Kantçı etik ise başkalarına asla başka bir amaç için araç olarak davranmamayı öğütler. Ancak bu da tatmin edici bir çözüm sunmaz:

“… eğer annemle kalırsam onu bir araç olarak değil, amaç olarak göreceğim: ancak aynı şekilde benim adıma savaşanlara bir araç olarak muamele etme tehlikesiyle de karşı karşıyayım; tam tersi de ayrıca doğru, savaşçıların yardımına gidecek olursam o halde onlara amaç olarak yaklaşacağım ancak bu, annemi bir araç olarak kullanma riski pahasına olacak demektir.” (s. 36).

Dışardan gelecek bir yardımın yokluğunu kabullenmek, “terk edilme”nin anlamını kavramak demektir: Hepimiz gibi Sartre’ın öğrencisi de kendisi için karar vermeye zorlanmıştır. Sartre, öğrencisi bu konuda tavsiye isteyecek olsa bile danışman seçiminin de son derece önemli olacağını çünkü onun, farklı insanların ne tür tavsiyeler verebileceğini önceden bileceğini ileri sürer. Öğrencinin kendi seçimi için aldığı sorumluluk deneyimi (ve dolayısıyla insanlık için ne tür bir imge seçtiği) varoluşçu bir “ızdırap”tır. Umut olmadan hareket etmek, sadece kontrol edebildiği şeylere güvenmek ve planlarının gerçekleşemeyebileceği ihtimalini kabullenmek varoluşçu bir “umutsuzluk” durumunda olmak demektir.

Sartre’ın öğrencisine tavsiyesi, diğer geleneksel ahlak doktrinlerinin söyleyeceklerinden daha işe yarar nitelikte değildi:

“Sen özgürsün, dolayısıyla kendi seçimini kendin yapmalısın yani onu yaratmalısın. Hiçbir genel ahlak kuralı sana ne yapman gerektiğini gösteremez. Bu dünyada hiçbir işaret lütfedilip verilmemektedir.” (s. 38)

Yine de öğrencinin, tavsiyeye uyduğunu farz ettiğimizde bile bu, yapması gereken hangi şeyin doğru olduğunu ona gösterecek hiçbir somut ya da hızlı kılavuzun olmadığı kendi hayatıyla ilgili yaptıkları konusunda tam anlamıyla sorumlu olduğunun farkına vardıracaktır. Soyut etik teorileri, nihayetinde kişinin hayatındaki güncel ahlaki sorunları çözmede neredeyse hiç işe yaramamaktadır.

Varoluşçuluk ve Hümanizm’in Eleştirisi

Sartre, Varoluşçuluk ve Hümanizm’de her zaman görüşleri için savlar sunmamaktadır. Onun konferansının çoğu abartılı terimler ve retorikle doluydu. Örneğin Sartre, insan özgürlüğünün sınırı konusundaki inancı ile ilgili olarak, onu savunmak yerine sadece ortaya koymakla yetinmiştir. Ancak belki de onun düşüncesine daha fazla zarar veren şey, bahsettiği en önemli amacının yani Tanrı’nın yokluğunda her şeye izin olmasına eleştirinin çürütülüp çürütülmediğinin tartışma konusu olarak kalmasıdır. Başka bir deyişle Sartre, felsefesinin gerçekten de hümanizm olduğunu göstermemişti yani o, bazı çağdaşlarının olduğuna inandığı ahlaki anarşiyi yüreklendirmemekteydi.

Sartre, varoluşçuların aslında sorumluluğun kapsamını, kendi olağan sınırının ötesine taşıyarak ve her birimizi tüm insanlığın imgesi için sorumlu kılarak eleştirinin ötesine geçtiğini iddia etmektedir. Ancak bireysel ahlaktan tüm bir türün sorumluluğuna kayışı, en azından tartışmalıdır. Sartre, bunu şu şekilde ortaya koymaktadır:

“Şunun ya da bunun arasında seçim yapmak, aynı zamanda seçilmiş olanın değerini onaylamaktır zira bizler hiçbir zaman daha kötü olanı seçemeyiz. Seçtiğimiz şey her zaman daha iyisidir.” (s. 29)

Burada kastettiği şey, seçtiğimiz yol her ne olursa olsun, onun en iyi hareket biçimi olduğunu düşündüğümüzün kanıtı, hayatta neye içten bir biçimde değer verdiğimizi göstermenin yolu olduğudur. Şöyle devam eder:

“… ve hiçbir şey bizim için daha iyi olamaz, herkes için daha iyi olmadıkça” (s. 29).

Bu, açık değildir. Neden bizim için iyi olan bir şey herkes için de iyi olmalıdır? Bu durum, insanların çoğunun deneyimleri ve insan beğenisinin çeşitliliğiyle çelişmektedir. Aynı zamanda Sartre’ın kendisiyle de çelişmektedir çünkü burada varsayılan insan doğasının, başka bir yerde Sartre, büyük bir zahmete girerek var olmadığını söylemektedir. Çok da ayrıntılı olmayan bu koşulu temel alarak şöyle devam eder:

“Eğer dahası varoluş özden önce geliyorsa, tam olarak imgemizin üretildiği anda var olacaksak ve kendimizi içinde bulduğumuz tüm bir çağ ile her bir kişi için o imge geçerliyse o halde bizim sorumluğumuz, tahmin ettiğimizden çok daha büyüktür ve tüm insanlığı bir bütün olarak ilgilendirmektedir.” (s. 29)

Bu elbette el çabukluğundan başka bir şey değildir. Sartre, tek bir hamleyle bireyin kendisi için yaptığı seçimden, bütün bir çağ boyunca tüm insanlık için yapılan seçime kaymıştır. Bu yaklaşım en azından kendisini destekleyecek az da olsa argümana ihtiyaç duymaktadır. Özellikle de bu konu, onun konferansında kilit rol oynadığı için. Ancak yine de eğer Sartre’ın bu konuda haklı olduğunu kabul etsek bile evrenselleştirilebilirlik önlemi, ne kadar iğrenç olursa olsun her türlü davranışı, kendi felsefesinin meşru kılabileceği suçlamasından, onu gerçekten koruyabilecek midir?

Adolf Hitler örneğine bakalım. O, bütün kalbiyle yaptığı şeylerin sadece kendisi için değil, aynı zamanda tüm insanlık için doğru olduğuna inanıyordu. Soy-arıtımı programı ve tüm ırk üstünlüğü yaklaşımı, tüm korkunçluk ve iğrençliğine rağmen kuşkusuz kendince bir iyi niyetin ürünüydü. Eğer Hitler bir varoluşçu olsaydı seçimlerinin eski değerlerin olmadığı bir dünyada yapıldığını ve bu sebeple sadece kendisini değil, tüm insanlığı tüm bir çağ boyunca bağladığını söyleyebilirdi. Hitler’in faaliyetlerini Sartre’ın savunduğu tipte kasıtlı bir kendi kendini yaratma olarak meşrulaştırmaktan, varoluşçuluğu alıkoyacak ne var?

Varoluşçuluk ve Hümanizm’de Sartre, canıgönülden özgürlüğü seçen birinin (yani bir varoluşçunun) “başkalarının özgürlüğünü isteyemeyeceğini” savunmaktadır (s. 52). Oldukça açıktır ki Hitler, kendisiyle aynı fikirde olmayan ya da sözde yanlış ırktan olan insanların özgürlüğüne saygı göstermemişti. Dolayısıyla Sartre belki de varoluşçu ahlakının en korkunç suçları meşrulaştıracağına dair yapılan itirazlara cevap verebilirdi. Ne var ki Sartre’ın başkalarının özgürlüğüne saygı gösterilmesi prensibine dair sunduğu görüş üstünkörüdür. Eğer bu prensibi kabul edersek o zaman varoluşçu ahlak, eleştiriden kaçmış olmaktadır. Ancak önceden belirlenmiş değerler ya da ortaya konmuş kurallar olduğuna inanan bir kişinin neden bu tür bir prensibi kabul etmesi gerektiğini gösteren bariz bir gerekçe yoktur: Görünüşe göre bu, varoluşçunun en temel savı olan insanlığın varoluşunun, özünden önce geldiği iddiasıyla çelişmektedir.

Yine de tüm kusur ve belirsizliklerine rağmen Varoluşçuluk ve Hümanizm’in ateşli retoriğinin muazzam bir çekiciliği vardı. Pek çoğumuzun, felsefenin cevaplamasını umduğumuz ve günümüzün analitik felsefesinin çoğunlukla görmezden geldiği tipteki sorulara değinmektedir. Belki de en güçlü yanı, özgürlük üstünde yoğunlaşmasıdır. Çoğumuz, çoğu zaman hangi eylemlerimizin kontrolümüz dışındaki faktörler tarafından kısıtlandığı ve bunun sınırının ne olduğu konusunda kendimizi kandırıyoruz. Sartre’ın özgürlük ve sorumluluk konusundaki uç konumu nihayetinde savunulamaz olsa da bizlere hayatlarımız üstünde kendimize itiraf ettiğimizden daha fazla kontrol sahibi olabileceğimizi ve aslında öne sürdüğümüz sebeplerin çoğunun bahanelerden ibaret olduğunu hatırlatmaktadır.

Dipnotlar:

  1. Metindeki alıntılar, belirtilen yayınlardan yapılmıştır:
    Varlık ve Hümanizm için “Jean-Paul Sartre, Existentialism and Humanism, London: Methuen, 1973.”
    Varlık ve Hiçlik için “Jean-Paul Sartre, Being and Nothingness, London: Routledge, 1969.” (e.n.)
  2. Thomas Gray’in “Elegy” şiirinde, sessiz kalmış yetenekleri anlatmak için yazdığı bir dize. (e.n.)

©® Düşünbil (2022)

Yazar: Nigel Warburton
Çeviren: İrem Elçi-Bozkurt
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: philosophynow.org


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com