Hatırı sayılır sayıda önemli düşünür teknolojinin olumlu ve olumsuz etkilerine değinmektedir. Bu sayı o denli hatrı sayılır ki ben bu sütunda yalnızca bir kaçından bahsedebilirim. Ayrıca, konuyu daha da daraltmak için, teknolojik oyuncakların ardından koşmamızı engellemek isteyenlerle başlayacağım.
Filozof Albert Borgmann, bizi “haneye özgü pratikler” (focal practices) ile birlikte sürdürülen ve “cihaz paradigması”ndan (device paradigm) uzak bir yaşama davet ediyor. ‘Focal’, Latince bir kelime olan ‘focus’tan gelir; ‘ocak, yuva’ anlam vardır ki burası da Roma yaşamının merkezidir. Cihaz paradigması ise etrafımızda olandır ve kelimenin tam manasıyla parmak uçlarımızdadır. Borgmann, çağdaş yaşamı teknoloji vasıtasıyla ayrılmış biçimde değerlendiriyor –herkes, kendine ait akıllı telefonlarında veya iPad’lerinde kendi televizyon programını izliyor, ya da Facebook’unu veya Twitter’ını güncelliyor. Haneye özgü pratikler ise tam aksi şekilde bizi bir araya getiriyor. Örneğin, sofra kültürü – hep birlikte yemek yemek – bir birliktelik yaratıyor. Böylece yavaşlıyor, birbirimizle bağ kuruyoruz. Kendimizden başkalarına doğru bir geri dönüş yaşıyor oluyoruz.
Benzer olarak, Reclaiming Conversation: The Power of Talk in a Digital Age (2015) ‘in yazarı MIT bilim ve teknoloji profesörü Sherry Turkle, -benim anladığıma göre- teknolojinin gerçek insan birlikteliğini nasıl istila ettiğini, buna köstek olduğunu ve gerçek sohbetin ve empatinin önüne engel koyduğunu vurgulamaktadır. “Telefonunu kapat ve muhabbete başla” sloganı ile Turkle’dan alınacak basit ders özetlenebilir.
Buraya kadar değinmediğim bir yazar daha var (Bu arada, aşağıdaki kısım benim Say Yes to No adlı kitabımdan alınmıştır). Fevkalade yetenekli bir hikayeci, 19.yy. Danimarkalı filozofu Søren Kierkegaard, “yıldızları görebilme” kabiliyeti karşısında bolluk ve ona eşlik eden teknoloji arasındaki kavgayı resmediyor. Çoğu filozof gerçekten bu denli cazip kıssalar üretemez, kaldı ki bir tanesi anlatıldıktan iki yüzyıl sonra hala yankılanmaktadır. Ama Kierkegaard üretebilir ve bu da onun uzunca alıntılanmaya değer olmasının sebebidir.
“Zengin adam karanlık fakat, aslında, yıldızların aydınlattığı bir gecede, at arabasında rahat rahat yolculuk ediyor ve fenerleri de yanıyorsa muhakkak güvendedir, hiçbir zorluktan endişe etmemektedir, ışığını yanında taşır ve karanlık onun etrafına sokulamıyordur. Ama tam da fenerleri yanık olduğundan ve kendinden yana olan güçlü ışıktan dolayı; etrafındaki ışıklar yıldızları karanlığa gömdüğü için, tam da bu sebepten yıldızları göremez. Ne var ki, feneri olmadan arabasını süren fakir köylü karanlık ama yıldızlı gecede mükemmel bir şekilde görebilir. Dolayısıyla, aldanmış olanlar dünyevi varoluşta yaşarlar: hem yaşamın gereklilikleriyle uğraşırlar, manzaradan yararlanmak için çok meşguldürler, hem de refah içinde ve sahip oldukları güzel günlerde – ki o günler aslında aydınlatılmış fenerlerdir ve onların etrafındalardır– her şey çok tatmin edicidir, çok keyifli, çok konforlu; ama manzara, görünüş, yıldızların manzarası eksik kalır.” -Soren Kierkegaard
Kierkegaard beni adeta delici bir özdüşünüme sürükledi. Biz – ya da en azından ben – çoğu zaman yıldızları görüşümü karanlığa gömen parlak, halojen fenerlere düşkün hale geldim. Sık sık kendimi, etrafımda çoğaldıkça çoğalan, beni eğlendiren; beni “bağlayan” teknolojik cihazlardan oluşmuş bir çalılık arasında buluyorum. Hatta bunlar beni boğmaya da başlıyorlar.
Ve merak ediyorum: bedenime bağlı iPod ile bir yürüyüşe çıktığım zaman hangi cırcır böceğinin sesini kaçırdım da duyamadım? Bir bilgisayar ekranına saatlerce bakmak yüzünden bir karga veya bir baykuşa ait kafamdaki imgelemden eksilen bir şeyler oldu mu? Elektrik lambalarının altında yıldız manzaralarını kayıp mı ettim?
Kaynak: The Huffington Post
Çeviri: Akın Ayberk