Paylaş

“İnsan olmak için bize hep fazladan lüzumsuz bir şey gerektiğini anlıyor musun?”

Son zamanlarda sık sık duymuşsunuzdur; o yüzden hiç süslemeden veya abartmadan dillendireceğim: Yıllardır tüm dünyada insanlara dayatılan ve sonunda benimsenmek zorunda kalınan tüketim alışkanlıkları ile yaşamın sürdürülebilmesinin imkânı yok. Bu hakikat genel olarak büyük organizasyonlar veya bireyler tarafından dillendirilse bile konu ile alakalı büyük kitle iletişim araçlarına sahip herhangi bir devlet kuruluşundan bilgi ve hatta açıklama duyamazsınız. Bunun pek tabii ki bazı sebepleri var ancak, bu sebeplerden önce anlatılması gereken bazı hususlar bulunuyor. Gündelik yaşantılarımız içerisinde devletler ve büyük şirketler tarafından bizlere hemen her şeyin çok normalmiş ve hep böyle sürüp gidecekmiş gibi gösterilmesi şaşırılacak bir durum değil. Aksine, şaşırılması gereken sahnelenen oyuna alkış tutulmasıdır. Gösterinin ortasında devletlerin veya şirketlerin felaket tellallığına soyunacağını, hem de üretim ve tüketimin dağılımından mesul olan organizasyonlar olarak bunu gerçekleştireceklerini düşünmek oldukça iyimser bir bakış açısı olur. Bu bir suçlunun tüm insanlığın karşısına geçip “her şeyden ben sorumluyum” demesine benzer ki, burada belli bir bireyden bahsetmiyoruz.

Baudrillard, Tüketim Toplumu kitabında sistemin tüketim ile düzenlenişini şöyle anlatır: “Sistem insanlara; emekçiler (ücretli emek), tasarrufçular (vergiler, ödünç almalar) olarak değil, ama gitgide daha çok tüketiciler olarak ihtiyaç duyuyor.” Esasında buradaki açıklama günümüz sisteminin insanları neden daha çok tüketime yönlendirdiğinin güzel bir örneği. Ancak gelgelelim bu şekilde yürütülmeye çalışılan sistemin çok yakın bir tarihte sonuçları ile karşı karşıya kalacağımız su götürmez bir gerçek. Sistem, insana tüketici olarak ihtiyaç duyuyor çünkü tüm sistem açgözlülük, bencillik ve manipülasyon üzerine kurulu. Hatta neredeyse daha çok tüketenin daha çok kazanacağı algısı oluşturuluyor. Ve hatta, tüketim ürünlerinin hemen hepsine −ki bunlara gıda gibi hayatî ürünler de dâhil−, sosyoekonomik bir değer atfediliyor. Bu şekilde yozlaşan insan, kendi değerini belli bir seviyenin üzerine çekebilmek için daha çok tüketiyor ve gerçekleştirdiği tüketimi büyük bir erdem sayarak gösteriş budalalığı yapıyor. Özetle sermaye sahibi “ne kadar tüketirsen, o kadar yükselirsin” diyor ve toplum da bunu doğrudan uygulamaya koyuyor. Ancak bunun elle tutulur hiçbir tarafı yok!

Tam da yukarıda saydığım birkaç sebepten dolayı kendini sistemin dışına atan ve tam da bu yüzden kaçık diyebileceğimiz çağımızın postmodernleri çoktan kitleler hâlinde kendinden önce gelenlerin söylediklerini kulak arkasına itmeye başladı bile. Sistemin insan üzerinde yarattığı buhran ile kulaklarına “Take Me Home, Country Roads” şarkısını takarak ve aynı Hamlet gibi, “Tanrım! Ulu Tanrım! Ne bunaltıcı, ne berbat, ne tatsız, ne boş geliyor bu dünya bana!” diye söylenerek bugün dünyanın hemen her yerinde gençler ufak gruplar hâlinde kırsal kesimde komünler kurmak için yola düşüyor. Bu yol ile minimum tüketim ve sürdürülebilir tarım ile basit, ilkel denilebilecek bir hayat yaşıyorlar. Oldukça eski sayılabilecek bu yaşam tarzı kendi içerisinde bir reddedişi ve karşıtlığı barındırıyor. Bu ilkel yaşam ile bireyden başlayarak postmodern bir devrim gerçekleştiren delilerin sayısı her ne kadar dünya nüfusuna oranla çok fazla olmasa da, hemen her gün özgürlüğünü bu postmodern delilikte bulanların sayısı artıyor. Tabii burada bahsettiğim deliliğin veya kaçıklığın biraz farklı olduğunu ve nereden kaynaklandığını anlamışsınızdır. Tüketim kültürü içerisinde ailesi tarafından büyütülen çocuğun, etrafını saran örümcek ağından kurtulması için birinin gelip o asılı kaldığı ağı def etmesi gerekiyor. Kendisini bir şekilde o ağdan kurtarıp hareket etmeye başladığında ise gördükleri karşısında şoka uğrayan birey, içerisinde bulunduğu durumu hazmedemeyip gayet normal olarak büyük bir buhran yaşıyor. Çağımızın buhranını gri şehirler, dumanlı gökyüzü ve bitmek bilmeyen arzular oluşturuyor. İnsanın çıkarına (!) olan bu gösteri, yine insanı minik kutular içerisine hapsedip, gününün büyük bir kısmını da o kutulardan bir tane edinebilmesi için harcamasını vaaz veriyor. Kendinize hiçbir anlamı olmayan hedefler koymanızı, sonra da o hedeflere ulaşmanız için kendinizi paralamanızı öneriyor. Ancak perde kalktığı zaman anlaşılıyor ki, belli bir değer üzerinden sunulan tüketim ürünlerinin sosyoekonomik bir gösterge olarak algılanması sistemin insanın açgözlülüğünü ve egosunu beslemek için kullandığı küçük bir yöntem sadece. Öyle ki, bu durum sadece belli ürünler üzerinden yaratılan değer için geçerli değil. Aynı zamanda insanoğlunun kendisi için yarattığı bu düzen; toplum içerisinde farklı katmanlarda farklı değerlere sahip. Size kendi içerisinde yarattığı ve kendini tekrarlamasını sağlayan onlarca meslek ile olmak isteyebileceğiniz ve değerli olduğunu söylediği birçok maske sunuyor ancak, aslında olduğunuz şeyi yani insan olmanızı da bu şekilde engelliyor veya unutturuyor. Eğer sisteme dâhil olursanız çok iyi bir doktor, çok iyi bir avukat veya öğretmen olabilirsiniz ama, doğrusunu söylemek gerekirse bu sıfatların ötesinde mutlu olamazsınız. Burada kastım; avukat, doktor veya öğretmen gibi mesleklere sahip olmayalım demek değil. Aksine, sahip olunan bu değeri sorgulanabilir veya değiştirilebilir hâle getirerek sistem için değil, insan için değerli olmasını sağlamak çünkü şimdiye kadar saydığım şeyler insanın çıkarı için işlemiyor. Dahası, şu an dünya üzerindeki hiçbir eylem insanın ve hatta diğer canlıların çıkarına işlemiyor. Tüketim kültürünün içselleştirilmesi ve bireyde kişilik kazanması, toprak tarafından insana hayatını devam ettirebilmesi için sunulan şeylerin de ölümüne öncülük ediyor. Bu ise bize incelememiz için yeni göstergeler sunuyor.

Masanobu Fukuoka Ekin Sapı Devrimi kitabında şöyle der: “Arzuların müsrifliği, dünyayı, şu anda içinde bulunduğu zor duruma sokan temel nedendir. Yavaş yerine hızlı, az yerine fazla, bu gösterişli ‘gelişim’, toplumun yaklaşmakta olan çöküşüyle doğrudan bağlantılıdır.’” Günümüzde bütün okullar, kanunlar, televizyon, internet ve insanlara sürekli bir şeyler empoze eden diğer tüm dış etkenler sizi ve beni Fukuoka’nın bahsettiği bu gösterişli tüketime ya da çöküşe dâhil olmamız için onlarca yıl hazırlıyor ve baskılıyor. Ancak artık kör göze parmak olan bu durum kendisini göstermeye başladı yani büyü bozuldu. Dediğim gibi çağımızın postmodern kaçıkları gelen şeyin farkındalar ve kendilerinden başlayarak bu devrime dünyayı hazırlıyorlar. Artık öngörü olmaktan çıkan ve bir hakikat hâline gelen yakın gelecekte yaşanacak olan kıtlık, kim olduğunuza, mesleğinize, ne kadar zengin olduğunuza veya ne kadar fazla şeye sahip olduğunuza bakmayacak çünkü, dünya üzerinde gerçekleştirilen yaşamdan ziyade tarım da sürdürülebilirliğini yitirmek üzere. Bugün üretilen hemen her tarım bazlı ürün belli kimyasallar kullanılarak yani doğal olmayan yöntemlerle ve toprağın ölümüne sebep olacak şekilde üretiliyor. Bu şu anlama geliyor, insanın en temel ihtiyacı olan şey yani gıda geri dönüşü olmayan bir tüketim çılgınlığına dâhil ediliyor ve bir nevi insanlığın önüne iki seçenek sunuluyor. Birinci seçenek yok oluş, ikincisi ise devrim. Dikkat ederseniz, doğal olmayan yollarla, daha fazla kazanç ve çıkar elde etmek için sağlanan gıda yine sistem tarafından insana dayatılan doğal bir süreç olarak sunuluyor. Bu doğal süreçte esasında yaşam kıtlık ile son bulmasa bile, kimyasala bulanmış ürünlerin tüketimi ile son bulma ihtimâli var çünkü, henüz bu tür bir tarım sistemi ile elde edilen gıdaların insanların üzerinde ne gibi bir etki yaratacağını bilemeyecek kadar kısa bir süredir gerçekleştiriliyor. En nihayetinde yıllardır elde ettiğimiz bu tüketim alışkanlığı kazanımı (!) kendisini insanın en doğal hakkı olan gıdaya kadar getirmiş durumda.

Yakın gelecek ile alakalı bazı öngörüler mevcut. Tabii teknolojik ve bilimsel öngörüler, filmler ve lansmanlar her ne kadar iç açıcı dursa da bahsedilmeyen bir şey daha var. Bunlardan en çok konuşulanı insanın lokalleşmesi ve kendine sürdürülebilir bir yaşam alanı oluşturması. Aslında bugün küçük topluluklar hâlinde insanların kırsala kaçmasının sebeplerinden biri de bu. Çünkü artık aileden gelen gelenekçi, endüstriyel öğreti ile yaşamın sürdürülemeyeceği gayet açık. Artık öğretmenlerin ve hatiplerin anlattığı sisteme dâhil olarak yaşamın devam ettirilemeyeceği görülmeli ve anlaşılmalıdır. Yaklaşmakta olanı görebilmemiz için içerisinde kendimizi kaybettiğimiz bu gösterinin ve illüzyonun dışına çıkıp bize sunulanın ötesinde neler olup bittiğine tekrardan bakmamız gerekiyor. Bu bakış açısı ile yeniden analiz edildiğinde görülüyor ki yaklaşmakta olan şey beraberinde tarım bazlı ilkel veya basit komünal yaşam devrimini de getiriyor. Sistem kendi kendini yok ederken beraberinde dünyadaki tüm yaşamı da onunla birlikte sürüklüyor. Ancak; bu yok oluşa karşı gelen kırsalda yaşayan postmodernler, yaklaşmakta olan sancılı devrimi de net bir şekilde görüyorlar. Sahip olunan tüm değerler, ki bunlara üçüncü paragrafta bahsettiğim değer karmaşası da dâhil, sahip olunan tüm normlar yaşamı tekrardan dünyaya sunabilmek için sorgulanmayı ve harekete geçilmeyi bekliyorlar. Aksi hâlde içinde bulunduğumuz durumu farketmek için kapıdaki canavarın kapıyı kırışını izlemek zorunda kalabiliriz.

Yazar: Kaan Onur Kaftanoğlu

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Kaan Onur Kaftanoglu

92 yılının Mart ayında İstanbul Anadolu Yakası'nda doğdu. Lisans eğitimini İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine tamamladı. Lisans eğitiminin ardından kısa bir süre İngilizce ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Şu an ise bir araştırma şirketinde çalışmaya devam ediyor.