• 12 Aralık 2017
  • Elif Erdoğan
  • 0
Paylaş

Bu yazıda Kuhn’un sunduğu paradigma değişiminin, ‘sanat’ kavramının geçirdiği değişimlere uygulanması mümkün olsaydı şayet bu değişimin nasıl gerçekleşebileceğini anlatmak amaçlanmaktadır.

Thomas Kuhn’un paradigma kayması

1962’de Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde Thomas Kuhn tarafından ortaya atılan ‘paradigma’ terimi, artık günümüzde, bilimsel bir topluluk tarafından paylaşılan tüm ilke ve yöntemleri belirtmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir nevi rol model ya da işlev modeli fikrine karşılık geldiğini söyleyebiliriz ve esasen bu modelin etkili bir şekilde takip edileceği varsayılır.

Paradigma kelimesi aslında bir şeyin tipik örneği ya da bir modelin şeklini ifade ederken Kuhn, daha sonra, ‘paradigma’ isminin köküne de uyan bir başka tanım getirir: Geçerli olduğu ve gelecek için bir model oluşturduğu düşünülen, önceden bulunmuş çözümlerin ve çalışan yöntemlerin işlevi.

Bir model izlemesi fikrini veren paradigma sözcüğü bilimde neler olduğunu tarif etmek için iyi uyarlanmış bir sözcüktür, zira normatif kuvvet klasik anlamda bilimde önemli olduğu kadar başkaca alanlarda da önemlidir. Örneğin; bazıları paradigmayı bir ‘inanç sistemi’ olarak da tanımlayabiliyor. Tarih bizlere, aşağı yukarı bütün disiplinlerde, önceleri geçerli kabul edilen metodolojinin devamlılığının ve tekrarınının istendiğini gösterir. Ne var ki, böylesi bir durum, eleştiri eksikliğine ve araştırmanın gelişimi için ölümcül sonuçlara yol açan dogmacılığa sebebiyet verir.

Paradigma terimi, teorik bir konsensus dönemi boyunca bilimsel bir topluluğun üyeleri tarafından paylaşılan tüm inançları, değerleri ve teknikleri ifade etme eğilimindedir. Paradigma, sorunları ve meşru yöntemleri tanımlayan bir çerçevedir, ve böylelikle daha fazla araştırmanın verimliliğini sağlar: ortak bir dil, eserlerin yaygınlaştırılmasını ve (bilimsel) soruşturmaların belli bir kanala yönlendirilmesini sağlar.

Kuhn’un paradigma geçişlerine verdiği tipik örnekler şunlardır: Ptolemy paradigması ile Kopernik paradigması (dünya merkezci görüşten güneş merkezci görüşe geçiş); Newton paradigması ile Einstein paradigması (güneş merkezli görüşü açıklayan yer çekimi yasasıyla şekillenen paradigmadan genel görelilik yasasının görüşleri etrafında şekillenen yeni paradigmaya geçiş).

Kuhn’a göre paradigmalar birbirini izlerler ve bir paradigmanın bir başka paradigmaya geçişi ancak bir devrimle mümkündür. Bu bağlamda iki paradigmanın birbiriyle uzlaşamaz olduğunu söyleyebiliriz. Tarihin bir noktasında, belirli bir dönemin ‘normal’ bilimini şekillendiren paradigma, anomaliler ile karşılaşır. Maksat, kabul gören paradigma çerçevesinde sorunlara çözüm bulmaktır. Ancak, bu anomalilerin yığılımıyla birlikte, var olan paradigma, öne çıkan sorunlara cevap vermeyi bırakır. Bu durum krize sebebiyet verir, ve nihayetinde radikal bir değişim, devrim gerçekleşir. Böylelikle önceki paradigmadan kopuş ve sonraki paradigmaya geçiş sağlanır. Oluşan bu yeni paradigmanın da, yeni bir normal oluşturması dolayısıyla, oluşturduğu yeni normale uymayan yeni anomalilerin doğması söz konusu olacaktır. Böylece aynı başlangıç noktasına sahip olmaksızın farklı sonuçlar veren sonsuz bir döngü oluştuğu da söylenebilir.

Kuhn’cu bakış açısının sanat kavramına uyarlanması

Her ne kadar Kuhn paradigma kaymasını bilim metotları için kullansa da, Kuhn’un bu yaklaşımını bir tür analoji olarak sanat kavramının ne olduğuna yönelik geliştirilen metotların süreç içerisindeki değişimini ifade etmek için de kullanılabileceğini düşündüm. Bu bağlamda Kuhn’dan yola çıkarak sanat paradigmalarını ele alırsak sırasıyla aşağıda belirttiğim değişimlerin gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Her şeyden önce bir iletişim aracı olarak yola çıkan sanatsal anlatım (1) zaman içerisinde önce ilgi çeken olayların tasviri için, ardından tanrıların tasviri için, daha sonra hükümdarlar gibi önemli insanların tasviri için kullanılmıştır. Bir kısmında ibadet amacı varken bir kısmında yoktur, ancak çoğunda ya yapan kişi için ya da yapan kişinin içinde bulunduğu toplum için önemli olma durumu söz konusudur. Önceleri sanatçıların ismi pek kullanılmaz iken, süreç içerisinde sanatçıların isimlerinin ön plana çıktığı gözlemlenebilir. Özellikle taklit, yani gerçeğe uygunluk gayesi ön plandadır. Rönesans döneminde sanat kavramı daha da şekillenerek; tanımı ve kapsamı ortaya konmaya çalışılmıştır. (2)

1.Paradigma Değişimi: Alberti kriterlerinden perspektif kavramının alaşağı edilmesi üzerine oluşan yeni anlayış

Leon Battista Alberti, 1404-1472 yılları arasında yaşamış bir İtalyan mimar ve ressamdır. 1435 tarihli On Painting (Resim Üzerine) adlı kitabı Rönesans’taki perspektif teorisini ele alan ilk eser olarak kabul edilir. Bu kitapta bir resmin nasıl olması, materyallerin nasıl kullanılması, hangi konuların resmin konusu olması, perspektifin nasıl kullanılması gerektiğine yönelik çeşitli açıklamalarda bulunur. Rönesans döneminden 18.yy’a kadar Alberti’nin de işaret ettiği bu kriterlere sanatçılar riayet etmeye özen göstermişlerdir. O dönemde sanatçıların ustalıkları yaptıkları işlerin bu kriterlere olan uygunlukları ile ölçülürdü. (3)

18.yy ile birlikte artık sanat ve zanaat kavramları arasında yavaş yavaş oluşan bir ayrım söz konusuydu. (4) Bu ayrımın yanı sıra estetik kavramı icat edilmişti ve artık “sanatın güzele katkı sağladığı dolayısıyla beğeni sahibi olanlara haz verdiği” düşünülüyordu. (Danto, s.14)

Platon’un, Devlet adlı eserinin onuncu kitabında, aynanın kendisine tutulan herhangi bir şeyin mükemmel yansımasını göstereceğini dolayısıyla taklit etmenin en iyi yolunun ayna kullanmak olduğunu savunan Sokrates karakteri, aslında Rönesans dönemindeki ‘iyi resim, gerçeği en iyi taklit edendir’ önermesinin nasıl ortadan kalkabileceğine işaret ediyordu. 1839 yılında fotoğrafın icadıyla birlikte (5) Alberti kriterleri en büyük anomalisiyle karşılaşır. Gerçeğe yakınlık, perspektif, ışık kullanımı gibi özellikle taklite ilişkin her şey fotoğrafın sunduklarıyla uyumluydu. Artık anomaliler yeterince sıkışmıştı ve “sanatın en azından 1895’ten önce kabul edilen anlamıyla, sonu gelmişti”. Devrim henüz gerçekleşmemişti ancak “…Lumière’lerin ilk sinema filmini oynatmasından on sene sonra, resimde devrim gerçekleşti […ve] artık Alberti kriterleri hükmünü yitirmişti.” (Danto, s.19)

2.Paradigma Değişimi: Ready-made ve Pop-art gibi sanat eserlerinin sanat kavramı üzerine getirdiği yeni anlayış

Sanat dünyaları, ilgili sanat dünyasının ve belki diğerlerinin de sanat olarak tarif ettiği belli eserlerin üretimi için faaliyetleri gerekli olan insanlardan meydana gelir. Sanat dünyalarının üyeleri, mutat uygulamada ve sıklıkla kullandığımız insan yapımı ürünlerde vücut bulan bir grup alışagelmiş – yerleşmiş anlayışa başvurarak, eserin üretilmesini sağlayan faaliyetleri düzenler. Çoğu kez aynı kişiler tekrar tekrar, hatta rutin bir biçimde, benzer eserleri benzer yöntemlerle üretmek için işbirliği yaparlar; buna göre bir sanat dünyasını katılımcıları arasında yerleşik bir işbirliği bağlantıları ağı olarak düşünebiliriz. Her durumda bilfiil aynı kişiler birlikte çalışmasa da onların yerlerini alan diğer kişiler de bu yerleşmiş uygulamalara aşina ve onların kullanımında yetkin kişiler olacaklardır, böylelikle işbirliği sorunsuz bir şekilde devam eder.” (Becker, s.71)

Ancak yukarıda belirtildiği anlamda, Duchamp da, Warhol da bir akımla ilişkililerdi. Her ikisi de daha önceleri bir sanat eserinin sanat eseri sayılabilmesi için gerekli olduğu düşünülen koşulları sanat kavramından çıkarmışlardı. (Danto, s.36) Hatta öyle ki artık “bir şeyin güzel olmadan da sanat olabileceği düşüncesi” yerleşmişti. (s.40) Sanattaki bu yenilikçi görüş, aslında sanatta doğru bir yolun olmadığını herşeyin sanat olabileceğini savunmaya vesile olmuştu.  Ancak yukarıda da belirtildiği gibi sanatçıların yaptığı sanat eserleri halen sanat dünyaları içinde yer almaktaydı. Sanat dünyalarının yıkımından ziyade sanatın içinden estetik algısının çıkarılmasıyla devrimini tamamlamış olan bu paradigma, oluşacak bir sonraki paradigmanın da başlangıcını ve devrimini belirlemeye olanak sağlamıştır.

3.Paradigma Değişimi: Sanat dünyalarının yıkımı dolayısıyla girilmiş olan (henüz adlandırılmamış ve halen devam etmekte olan) paradigma

Bir önceki paradigmayla birlikte, güzel olmayan herhangi bir şeyin de sanat olabildiği kabul edilmektedir. Yeni paradigmada her şey sanat olabiliyor ve her eser öyle ya da böyle belli bir sanat dünyasının içinde yer alıyordu. Ancak belli bir süre sonra eserlerin, belli bir sanat dünyasında yer almayabileceği durumlar ortaya çıkmıştır. Artık sanat orada veya burada sergilenebilir ya da hiç sergilenmeyebilir. Eserleri satın alan birileri olmayabilir. Üstelik eserlerin seyircisi de olmayabilir. Bu anomaliler dolayısıyla, bir eserin ‘sanat’ olduğunu söylemek bir hayli güçleşmiştir. Bu sıkışmalar, sanat tanımının sanat dünyalarıyla olan bağlarından tam anlamıyla kurtarılamamış olmasından ileri gelmektedir. Bağını koparamamıştır çünkü bu paradigmanın başında ‘sanat’, kendi tanımını sanat dünyalarında yer almaması üzerine kurmuştu. Ama bağını koparma yolunda ilerlemektedir. Gelecekte bunun da bir önemi olmayacaktır çünkü karşımızda şöyle bir anomali bulunmaktadır: artık tanımında sanat dünyasını da barındırmayan eserlerin, içerisinden ayrışacağı bir akım veya kurulu düzen olmayacaktır. Dolayısıyla sanatın önünde, yıkılacak her hangi bir şey kalmamış olacaktır. Bundan böyle sanat kelimesi sadece beş harfli bir kılıf görevi üstlenecektir. Artık her şey sanattır ve hiç bir şey sanat değildir.

Dipnotlar:

(1) Her türlü ifade bir anlatıdır. İletişimin temeli ifadeye dayanır, bünyesinde bir şeyleri anlatma gayesi barındırır. Bu sebeple burada ifade edilen ‘sanat’, tıpkı sözcükler ve ses gibi bir iletişim türü olarak düşünülmelidir.
(2) Danto’nun dediği gibi, buradaki ‘sanat’ kavramını zanaat kavramıyla iç içe düşünmeliyiz zira önceleri bu fark görülebiliyorduysa da, temelde taklit kavramı altında birleştikleri dolayısıyla, henüz ayrımları kesin olarak yapılmamıştı.
(3) Vasari’nin, Michelangelo’nun hayatı üzerine yazdığı yazıyı burada örnek olarak ele alabiliriz: “…[Tanrı] dünyaya her zanaat dalında yetenekli olan bir sanatçı göndermeye karar verdi; bu sanatçının yapıtlarını, desende mükemmelliğe (resimde hacim elde edecek şekilde doğru çizim yapma, kontur, ışık ve gölge kullanma yoluyla) nasıl ulaşılacağını, heykelde doğru muhakemenin nasıl yapılacağını, mimarlıkta konforlu, güvenli ve sağlıklı, göze güzel görünen, iyi oranlanmış ve zengin süslemeli binaların nasıl kurulacağını öğretecekti bizlere.” (s.277)
(4) “1750’li yıllara gelindiğinde, modern sanatçı ve zanaatçı karşıtlığının kabul görmeye başladığını gösteren açık işaretler ortaya çıkıyordu”. Lacombe’un Güzel Sanatlar İçin Cep Sözlüğü’nde sanatçı için yapmış olduğu tanım “liberal sanatları icra edenlere ve özellikle ressam, heykelci ve gravürcülere denir.” şeklindeydi. Zaman içerisinde bu iki terim karşıt olarak kullanılmaya başlanıyor. Rousseau Émile’de (1762) “zanaatçı olarak değil sanatçı olarak anılan sırf aylak zenginlere çalışan burnu büyük adamlar”la alay ederken bu yeni karşıtlığı onaylıyordu.” (Shiner, s.146)
(5) “Paris Bilimler Akademisi’nin 7 Ocak 1839 tarihli oturumunda, çağın Fransız biliminin ünlü siması ve cumhuriyetçi milletvekili, gökbilimci ve fizikçi Louis-François Arago, sanatçıların 16.yy’dan beri çizim makinası olarak kullandıkları karanlık odada oluşan görüntüleri, elle hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın, mekanik biçimde kopyalamayı sağlayan yeni bir yöntemi tanıtır. Arago’ya göre bu şekilde gerçekleştirilen resimler, Paris manzaraları veya natürmortlar, renkli olmasalar da, hiçbir desinatörün boy ölçüşemeyeceği inanılmaz bir ayrıntı inceliğiyle öne çıkmaktadır.” (Baiac, s.14)

Kaynaklar:

Baiac, Q., 2004, Karanlık Odanın Sırları – Fotoğrafın İcadı, YKY.
Becker, H.S., 2013, Sanat Dünyaları, Ayrıntı Yayınları.
Danto, A., 2013, Sanat Nedir?, SEL Yayıncılık.
Shine, L., 2013, “Giriş”, Sanatın İcadı – Bir Kültür Tarihi, Ayrıntı Yayınları.
Shine, L., 2013, “Sanatçı, Eser ve Piyasa”, Sanatın İcadı – Bir Kültür Tarihi, Ayrıntı Yayınları.
Vasari, G. Sanatçıların Hayat Hikayeleri, SEL Yayıncılık.

Yazar: Elif Erdoğan

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Elif Erdoğan

Saint Joseph Fransız Lisesi ve Bilkent Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde eğitim gördü. Grafik-tasarım, çeviri, sanat felsefesi, teorisi ve eleştirisi alanlarıyla ilgilenmektedir. Plastik sanatlar alanında çalışmalarda bulunmaktadır