Paylaş

Ünlü nörolog ve yazar Oliver Sacks öğrenciyken, öğretmeni karnesine “Sacks eğer çok ileri gitmezse çok başarılı olacak” diye not etmişti. Bu zekice bir yorumdu, zira daha sonra çok ileriye gitmenin, Sacks’ın tüm hayatı boyunca yapacağı bir şey olduğu ortaya çıktı. Çocukken kimya setinin sınırlarını evi dumanla doldurana kadar zorladı, gençken de ilk önce zevk ve deneyim için -daha sonra da bağımlı olarak- kendini uyuşturucuya boğdu. Eğlencesine dalgalı sularda yüzmesi saatlerce sürerdi, motosiklet sürüşleri kıtaları aşardı, vücut geliştirme egzersizleri Kaliforniya eyaletinde ağırlık kaldırma rekorunu kırmasıyla sonuçlanırdı. ”İç kontrollerim olmayınca, dış kontrollere ihtiyacım var” diye anlatıyor bizlere anı kitabında. Savaş sonrası İngiltere’de büyüyen bir eşcinsel için seks tehlikeliydi; bu yüzden bu alanda Sacks ihtiyatlı davrandı (Amsterdam’ı ziyareti gibi zamanlar dışında). Kendinden genç bir erkekle eğlenceli 40. yaş doğum günü kaçamağından sonraki 35 yıl boyunca hayatında hiç seks olmadı. Vazgeçişte bile çok ileriye gitti.

Ve Sacks memleketinde çok uzaklara yerleşti. Tıp eğitimini tamamladıktan sonra doğduğu İngiltere’den ayrılarak Kuzey Amerika’ya gitti. Annesi, babası ve iki erkek kardeşi doktor olan Sacks’ın özgürlüğe ihtiyaç vardı. Belki de daha da önemli olarak ağabeyi Michael şizofrendi ve aile evini kaplayan bu acı Oliver’ın kaldırabileceğinden fazlaydı. Sacks ailesinin en genç üyesi olan Oliver, kariyerini ve ününü Amerika Birleşik Devletleri’nde yapabilirdi.

Kariyerinde çok başarılı olmak Sacks’ın tutkuyla istediği bir şeydi. Sacks, Amerikan nöroloji topluluğuna profesyonel olarak ilk adımını attığında hissettiklerini şöyle tarif ediyor: “İşte buradayım, bakın neler yapabiliyorum”. Sacks, hastalığından dolayı görünmez hale gelmiş insanları görülür hale getirme konusunda bir düşünce yapısı geliştirecekti; zira Sacks onları kendi bağlamında hikâyeleriyle birlikte görme yeteneğine sahipti. Bu düşünce yapısı, kendisi için taşıdığı görünür olma arzusu ile birleşince Sacks yazılarıyla diğer insanların hayatına öyle tanıklık yaptı ki tanıklığının özelliği sayesinde tanınmaya başlandı.

Çoğu insan Sacks’ı Uyanışlar (1973) kitabıyla ve bu kitaptan esinlenerek 1990 yılında çekilen filmle tanıdı; filmde Robin Williams (Sacks olarak) ve Robert De Niro (hasta olarak) yer alıyordu. Sacks yıllarca Parkinson uykusunda kalan (adeta komadaki) hastalarla yürüttüğü çalışmaları etkili bir dille anlatıyordu. Yıllarca hastaneye kapatılmış hastalara ilk defa biri ilgi gösteriyordu. Sacks onları deneysel L-Dopa ilacıyla tedavi etti ve bu ilaç görünüşe göre onları tekrar hayata döndürdü. Ne yazık ki daha sonra bu fiziksel uyanışın kısa süreli olduğu ortaya çıktı; ama kitap, bu derin hastalıkla yaşayan ya da o hastalığın içinde yaşamaya devam eden hastaları nasıl gördüğümüz ve onlara nasıl davrandığımız konusunda etkili sorular doğurmuştu.

Sacks, hastalarıyla ilgili pek çok not alsa da ve onu zorlayan bir sürü fikir hakkında yüzlerce, binlerce dergi sayfasını doldursa da, çoğunlukla yazar tıkanmasından mustaripti. Uyanışlar‘ı bitirme mücadelesini bizlere anlatır ve sonunda kitabı yakın dönemde ölen annesine ithaf ederek tamamlamıştır. Sacks’ın ithafı, Freud’un babasının kaybına bir tepki olarak tanımladığı Rüyaların Yorumu kitabına paraleldir. İki erkek de yaklaşık 40 yaşlarındayken bir ebeveynini kaybetmiştir; Freud dikkatini hastalarının rüyalarına yöneltirken Sacks hastalarının rüyalarından uyanmaları için çaba harcamıştır.

Sacks kendini, sadece hastalığın seyrini değil hastanın hayatını bütünsel olarak ele almaya adamış iki tıp adamı olan Freud’un ve Rus nörolog A. R. Luria’ın geleneği içinde görür. İkisinin de vaka çalışmaları güçlü hikâyelerdir ve Sacks da klinik tasvirlerinin edebi açıdan başarılı görülmesini ister. Şair arkadaşı W. H. Auden, Uyanışlar’ı överek kitabın bir başyapıt olduğunu söylediğinde ağladığını anlatıyor bize Sacks.

Uyanışlar ile açılan edebi kabul ve daha fazla tanınma kapısından giren nörolog/yazar Karısını Şapka Sanan Adam (1985) ile halkın yakından tanıdığı biri haline geldi. Bu kitapta objeleri hatta insanları tanıma kabiliyetinden yoksun, görsel agnozi hastası olan bir adamın vaka çalışması anlatılıyordu. Sacks hayatı, bu adamın ve onu önemseyen insanların bakış açısından görmemize yardım ediyor. Aynı şeyi Turet bozukluğu, afazi, bellek kaybı ve otizm hastaları için de yaptı. Sacks daha önce de kendi prosopagnozi hastalığıyla ilgili yazmıştı ki bu hastalıkta çok iyi tanınan kişiler de dâhil olmak üzere insanların yüzlerini tanıma zorluğu çekilmektedir. Yazar olarak bakışlarımızı eksikliklerin dehşetinden, insanın farklı bir dünyayı anlamlandırmanın, hatta onu zenginleştirmenin yollarını bulma yeteneğinin muhteşemliğine çevirir. Hastalarına, durumlarının hayatlarında belirleyici olduğunu ve çoğunlukla özgünlük ve yaratıcılık kaynağı olduğunu söylerdi.

Genellikle kendi acılarından yola çıkan Sacks, birçok hastasının yıllarca yüzleştiği korkuları romantikleştirmezdi. Sadece kurallarla belirlenmiş belli bir iyileştirme yolu olmadığını hatırlatır ve hastalarının zorluklar karşısında kendi çözümlerini yaratmaları gerektiğini söylerdi. Sacks, zorunluluktan dolayı evde kalan birçok şair ve bilim adamına derinden yakınlık duyardı, zira karmaşık beyinlerimiz ve karmaşık hayatlarımızın bir araya gelerek sundukları yolları, anlatıyla yeniden inşa etme yoluyla önceden tahmin edilemeyecek bir şekilde anlamlı hale getirebileceğimize inanmaktaydı. Sacks, Gerald Edelman’ın beyni “şefi olmayan ve kendi müziğini yapan bir orkestra olarak” resmeden nöral Darwinizme olan ilgisinden etkileyici bir şekilde bahsediyor. Kitabına da Kierkegaard’ın bir özlü sözüyle başlıyor: “Hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir ama ileriye doğru yaşanmalıdır.”

Oliver Sacks ile ayaküstü tanıştım. Freud’un ilk dönem nörolojik çalışmalarıyla ilgili hazırladığım bir kitaba bir yazıyla katkıda bulunmuştu. Ama yıllar içinde, onun dünyayı birçok insandan çok farklı bir şekilde kabul eden ya da ona karşı çıkan insanlarla ilgili merak uyandırıcı yazılarını okudukça onu daha iyi anladığımı düşünüyorum. Çoğu okuru gibi, Sacks’ın New York Times’ta çıkan, onu sonunda ileri evre kanser hastası yapan kötü talihini anlattığı gazete yazısını okurken büyük bir üzüntü duydum. Dünyadaki çok önemli bir pencerenin kapanmak üzere olduğu hissine kapıldım.

On the Move (Yolcu), o pencereyi açan ve içinde gördüğümüz dünyayı aydınlatan görkemli bir anı kitabı. Başkalarının hayatlarını nasıl ki bütünselliği içinde görünür kıldıysa kendi hayatını da aynı şekilde yansıtıyor bu kitapta Sacks. Okurlarına yaklaşık 50 yıllık psikanaliz süreciyle ilgili kısa açıklamalar yaparken psikanalisti Leonard Shengold’un kendisine bilincin ve kelimelerin altında neler yattığına dikkat etmeyi ve dinlemeyi öğrettiğini söylüyor. Sacks’ın doktor ve yazar olarak çalışmalarında pek çok kişiye öğrettiği şey de budur.

Yazarın 90 yaşını geçtikten sonra bile hasta görmeye devam eden babası, İngiltere’nin Hahambaşı tarafından “tzaddik” yani dürüst biri olarak tanımlanmıştı. Oliver Sacks bize dünyayı dürüst bir şekilde, cömertlikle ve itinayla kavramaya çalışmayı öğretti. O da babası gibi “tzaddik” olarak tanımlanabilir; ancak sınırları aşan bir evlat olarak, sadece “mensch” yani onurlu insan olarak anılmaktan da yeteri kadar mutluluk duyacağını tahmin ediyorum.

Yazan: Michael Roth
Çeviren: Zeynep Gerçekoğlu
Kaynak: The Atlantic

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com