İnsanlığın ilk dönemlerinde, küçük topluluklar halinde yaşarken bile, kendilerine göre bir töre, yasaklar, cezalar geliştirmişler. Bu yasaklar ya da cezalar daha çok cinsellik ya da evlilik üzerine kurulurdu. Örneğin, egzogami aile yapısına sahip olan bir klanda, kabile içi evlilik bir tabudur, kutsal yasaktır.
Bununla birlikte, insanların daha büyük topluluklar halinde birleştiği, bir devlet kurduğu dönemlerde, bir de dinsel inanç, bu dinsel inanca bağlı olarak bir de genel kurallar hukuk geliştirmişlerdir.
Babil devletinin kurucusu Hammurabi (1730-1685) yasaları, bu söylediğimize en güzel bir örnektir. Elbette bu yasaları hazırlayan kral Hammurabi’nin kendisiydi; ama o bu yasaları bir tanrıdan Tanrı Şamaş ya da Marduk’tan aldığını söylemiştir. Eğer böyle söylemeseydi, insanlar yasalara kendiliğinden uymazdı.
Benzer şekilde Solon da, Platon da yasaları, inandırıcı olması için tanrıdan Apollon’dan -aldığını söyler.
Musa’nın kitabı Tevrat, doğrudan Tanrı’nın diliyle anlatılır. Burada töreler, inanç, dinsel hukuk olan şeriat iç içe anlatılmış, kitabın çeşitli yerlerine serpiştirilmiştir. Biz İslam’ da hukuka geçmeden önce, Tevrat’ tan örnekler vermek istiyoruz.
Yahudi şeriatında inanç ve cinsel ilişki, insan öldürmek gibi suçlar öne çıkıyor. Ama bu din, tek tanrılı olmakla birlikte, yalnız Yahudi kabileleri için geçerlidir. Diğer bir deyişle, Yahudilerde din ve ırk birliği vardır. Yahudi soyundan olmayan bu dine giremez. Zaten ilkçağda, her topluluğun, her halkın kendi dini vardı; toplumlar ya da devletler din yayıcılığı yapmazdı. Hristiyanlık ve Müslümanlık çıkıncaya kadar, insanlar din için savaşmadılar.
Yahudi şeriatında jus talionis vardır: Buna göre eğer bir insan bir başkasının elini keserse, eli kesenin eli kesilecektir. Birisi bir başkasının gözünü kör ederse, gözü kör edenin de gözü çıkarılacaktır.
İnsanı öldüren, öldürülecektir: “He kim adam kanı dökerse, onun kanı adam eliyle dökülecektir”. [1]
“Eğer adamlar kavga edip bir gebe kadına çarparlar, onun çocuğu düşerse, eğer bir zarar olmazsa, kocasının kendi üzerine tayin edeceği gibi zarar ödeyecek ve bu hakimler aracılığı ile verilecektir. Ama zarar olursa, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin.” (Çıkış, bölüm 21)
Cana can diyebileceğimiz bu ceza örnekleri daha çoğaltılabilir.
Şimdi de cinsel suçlardan örnek vermek istiyoruz:
“Kadınla yatar gibi erkekle yatmayacaksın; iğrenç şeydir. Hiçbir hayvanla kendini murdar etmek için yatmayacaksın; bir kadın hayvanla yatmak için onun önünde durmayacak; alçaklıktır”.[2]
O dönemde Yahudiler hayvanla cinsel ilişki kuracak kadar ilkeldirler.
“Tanrı Musa’ya dedi: İsrail oğullarına diyeceksin: İsrailoğullarından ve İsrail’de konuk olan yabancılardan Moleke soyundan veren her adam mutlaka öldürülecektir. Memleket halkı onu taşla taşlayacaktır. Ben o adama karşı döneceğim, onu kavminin arasından atacağım; çünkü makdisimi murdar etsin, kutsal adımı bozsun diye soyundan Molek’e vermiştir. Soyundan Molek’e verdiği zaman, memleketin kavmi o adamı görmemezliğe gelirler ve onu öldürmezlerse, o zaman ben o adama karşı döneceğim, onu ve Molek’in ardınca zina etmek üzere kendi ardınca zina edenlerin hepsini kavimlerinin arasından atacağım.”
“Başka birisinin eşi ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir.”
Babasının eşi ile yatan, babasının çıplaklığını açmıştır. İkisi de mutlaka öldürülecektir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır.
Bir adam gelini ile yatarsa, ikisi de mutlaka öldürülecektir; alçaklık ettiler; kanları kendi üzerlerinde olacaktır. Bir adam kadınla birlikte anasını alırsa, alçaklıktır; aranızda alçaklık olmasın diye, o adam ve kadınlar ateşle yakılacaktır.
Bir hayvanla yatan adam mutlaka öldürülecektir.
Bir adam kız kardeşini, babasının kızını, ya da anasının kızını alır, onun çıplaklığını görürse, kadın da onun çıplaklığını görürse, utançtır; kavimlerinin oğulların gözleri önünde atılacaklardır; kız kardeşinin çıplaklığını açmıştır; günahını taşıyacaktır. Bir adam aybaşı halindeki kadınla yatar ve onun çıplaklığını açarsa, onun pınarını çıplak etmiştir; kadın kendi kanının pınarını açmıştır; ikisi de kavimlerinin arasından atılacaktır.
Kendi ananın, kız kardeşinin -teyzenin ya da kendi babanın kız kardeşinin- çıplaklığını açmayacaksın; çünkü yakın akrabanı çıplak etmiş olursun; günahını taşıyacaktır.
Amcasının eşi ile yatan adam, amcasının çıplaklığını açmıştır; suçlarını taşıyacaklardır; çocuksuz öleceklerdir.
“Bir adam kardeşinin eşini alırsa, murdarlıktır; kardeşinin çıplaklığını açmıştır; çocuksuz olacaklardır”.[3]
Cinsel yaşamın iyice düzenlenmediği toplumlarda, aile içi ya da yakın akrabalarla cinsel ilişki olabiliyor.
Cinsel tepi, toplumsal kurallara uymadan önce doyum ister. İnsanların cinsel tepilerinin eğitim yoluyla örgütlenmediği, düzenlenmediği toplumlarda karma cinsel ilişki görülebilir.
Eski çağda, Yahudi toplumu, tam bir barbar toplumdu; Musa onları sürü güder gibi yönetiyordu. Eğer yasakları Musa kendi adına koysaydı, bu yasaklar dinlenmeyebilirdi. Yasakların dinlenmesi için, bu yasakların insan üstü bir gücün koyduğuna inanmak gerekiyordu.
Yahudi şeriatında özel mülkiyet de yoktur. Yerin sahibi Tanrı’dır.
“Yer hiçbir zaman satılmayacaktır; çünkü yer benimdir; çünkü siz benim yanımda garip ve konuksunuz. Bu bütün mülkünüz olan diyarda toprak için fidyeye izin vereceksiniz. Eğer kardeşin yoksul düştü ise, mülkünden satıyorsa, o zaman kendine en yakın akrabası gelecek, kardeşinin sattığı yer için fidye ödeyecektir. Bir adamın fidye verecek kimsesi yoksa, eli yeter ve onun fidyesine yetecek kadar bulursa, o zaman yaptığı satış yıllarını hesap edecek, onu sattığı adama geri kalanı ödeyecek; mülküne dönecektir. Ama kendisine geri alamazsa, o zaman sattığı yer, yubil yılına[4] kadar onu satın alanın elinde kalacak; yubilde elinden çıkacaktır; satan adam mülküne dönecektir.”[5]
Mülk Tanrı’nın, ama onu işletmek için bir fidye, bir bedel ödemek gerekiyor. Bu da özel mülkiyet anlamına geliyor.
Yahudiler ve Şiddet
Tevrat’a göre, Yahudi tarihi, bir yerde savaş ve çapul tarihidir. Üstelik bu buyruk Tanrı’ dan geliyor:
“Tanrı Musa’ya buyurduğu gibi, Midyan’a karşı savaştılar; her erkeği öldürdüler. (…) İsrailoğulları Midyan kadınlarını ve çocuklarını tutsak aldılar; bütün hayvanlarını, bütün sürülerini, bütün mallarını çapul ettiler. İçinde oturdukları bütün kentleri, bütün obalarını ateşle yaktılar. İnsan olsun, hayvan olsun, bütün ganimeti, bütün çapul malını aldılar. Tutsakları, çapul malını ve ganimeti, Erden’in yanında, Eriha karşısında Moab ovalarındaki ordugaha, Musa’ya, kâhin Eleazara ve İsrailoğulları topluluğuna getirdiler”.[6]
İlk çağda Yahudiler henüz çalışma, yerleşik yaşama aşamasına gelmemişler, barbar kabileler halinde yaşıyorlar ve savaşarak, çapulla, savaş ganimetiyle geçiniyorlardı.
Tevrat, inanışa göre Tanrı’nın kitabıdır; değişmez, değiştirilmez, dünya durdukça geçerlidir.
Oysa İsa’nın yeni bir din kurmasıyla, bu kitap geçerliliğini yitirmiştir.
Çağdaş dünyada Yahudilerin kendileri, Jus talion -cana can yasası-nı uygulamıyorlar, çapula gitmiyorlar, zina edeni öldürmüyorlar.
Ayrıca yine eski çağ Yahudilerinde cariye ve köle var. Oysa günümüzde Yahudiler ister İsrail’de yaşasınlar, ister Amerika’da ya da başka bir yerde, böyle bir uygulama yok.
Ayrıca İlk Çağ’da Romalıların Yahudileri sürgün etmesinden yirminci yüzyılın ortalarına kadar, Yahudi kabileleri kıyıma uğradılar, ama savaş bilmediler. Yahudilerin terk etmedikleri tek özellikleri, savaş ve saldırganlıkları oldu.
Hristiyanlık ve Hukuk
İsa bir din kurucusuydu, devlet kurucusu değildi. Bu din Roma devleti içinde kuruldu, gelişti. Roma Devleti ile sürekli savaş halinde oldu; sonunda çok tanrılı dini yıktı, tek tanrılı dini, Roma’nın resmi dini yaptı.
Batı Roma’nın yıkılmasından sonra, Hristiyanlık ayrı bir örgütlenmeye gitti. Bir yandan devletler vardı, bir yanda kilise örgütü. Kilise yaşamak için halklardan para toplamaya; ayrıca din içindeki görüş ayrılıklarını da yargılamaya, cezalandırmaya başladı Böylece Vatikan diye bir din devleti kuruldu.
Hristiyanlık aslında yoksul halk kitlelerinden yana, barışçı bir din olarak ortaya çıktı: “Ne mutlu barışçılara, çünkü onlara Tanrı çocukları denecek”.[7]
“Çünkü Tanrı bizi barış içinde yaşamaya çağırdı”.[8]
Bilindiği gibi bu din daha ilk başta bir yandan özellikle Roma devleti içinde savaşırken, öte yandan mezhep ayılıkları yüzünden kendi içinde de yoğun bir savaş yürüttü. Sonra Haçlı Seferleri başlattı.
Roma’nın zayıf düşmesinde, dıştan gelen barbar saldırılara karşı yetersiz kalmasında, bizce Hristiyanlığın içerde başlattığı iç savaşın payı vardır.
Hristiyanlık evlilik, cinsellik ve zina üzerinde çok durur:
“Beden zina için değildir; Rab içindir. Rab da bedenin esenliği içindir”.[9]
“Şimdi gelelim bana yazdığınız sorulara: Erkeğin kadınla ilişki kurmaması iyidir. Ama zinadan sakınmak için, her erkeğin kendi eşi, her kadının da kendi kocası olsun. Erkek kadına erkeklik görevini yapmalı, kadın da erkeğe kadınlık görevini yapmalı. Kadın kendi bedenine egemen değildir, erkek o bedene egemendir. Tıpkı bunun gibi, erkek de kendi bedenine egemen değildir, kadın o bedene egemendir”.
“Evli olanlara buyruk veriyorum: Kadın kocasından ayrılmasın. Bu buyruğu veren ben değilim, Rab’dır. Ayrılırsa bir başkasıyla evlenmesin. Ya da kocasıyla barışsın. Erkek de eşini boşamasın”.[10]
“Kutsal yaşamlıların tüm kilise toplantılarında olduğu gibi, kadınlar kilise toplantılarında ağızlarını kapasınlar. Çünkü onları lafa karışmasına izin verilmemiştir. Yasanın bildirdiği gibi bağımlı olsunlar. Öğrenmek istedikleri bir soru varsa, evde kocalarına sorabilirle. Kadının kilise toplantılarında lafa karışması, saygınlığı hiçe indirir”.[11]
Kadınların küçümsenmesi, erkeklerin yanında ya da toplumun içinde ikinci plana itilmesi, ilk ve ortaçağın tüm toplumlarında var.
Biz burada biraz da engizisyon üzerinde durmak istiyoruz.
Hristiyanlıkta ilk ayrılık, İsa’nın kişiliği yüzünden çıktı. Birilerine göre İsa hem Tanrı, Tanrı’nın oğlu ve Kutsal Ruh’tu; üçleme. Diğerlerine; Nestoriyanlara göre, İsa sadece bir insandı. Bunlar arasında savaş başladı; bu savaşlar kanlı bir biçim aldı; sonunda Üçlemeciler savaşı kazandı.
Bununla birlikte, bu dinde görüş ayrılıkları bir türlü bitmiyor, tam tersine giderek artıyordu. Kilise yönetimi, özellikle papalık, dinde ayrı görüş bildirilenleri sapkın diye nitelendiriyordu.
Bu nedenle kilise, dinden sapanları yargılamak için özel mahkemeler kurdu.
Aslında kilise hukuk ve yargı yetkisini Roma İmparatorluğu zamanında, tam olarak da 306-337 yıllarında imparator olan Constantinus döneminde elde etti:
“Hristiyanlığın kabulünden sonra kişiler, aralarındaki anlaşmazlıklara çözüm bulmak için, kendi istekleri ile dini reis olan piskoposlara başvurmaya başladılar. Önceleri, bu başvurmalar tümüyle özel bir nitelik taşıdığından piskoposlar, özel hakem niteliğinde görülüyorlardı. İmparator Constantinus, bir buyrukla kendilerine başvurulan piskoposların verdikleri kararların zorla yerine getirilebileceği kuralını koydu. Justinianus, piskoposların yargılama etkinliklerinin novella’larla yeni esaslara bağladı. Piskoposlar artık laik yargıçların yargı etkinliklerine karışabiliyordu”.[12]
Gerçi Roma’nın ilk dönemlerinde de dinle devlet işleri ayrı değildi:
“Ancak bu çağda Roma hukukuna asıl biçimini veren ve bu hukuku toplumun çeşitli gereksinimlerine göre geliştiren yaratıcı gücü hukukçular temsil ediyordu. Roma’da en eski hukukçular rahiplerdi. Toplumun dinsel yaşamını düzenleyen ve yöneten rahiplerin aynı zamanda hukuk işleriyle uğraşmaları, genellikle eski çağlarda din ile hukuk arasındaki sıkı ilişki ile açıklanabilir. Örneğin Hristiyanlık, İslam gibi büyük dinlerin egemen olduğu toplumlarda hukuk sistemleri, dine bağlı olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ancak Roma hukuku, dinsel niteliğini sürdürmemiştir. Doğuşundan çok kısa bir süre sonra ‘ius’ (hukuk kuralları), ‘fas’ (dinsel kurallardan) ayrılmış ve hukuk laik bir nitelik kazanmıştır”.[13]
Bunun en önemli bir nedeni, Roma dinin, Yunan dininde de olduğu gibi, tüm yaşamı kapsamamsı, insan yaşamına yön vermemesidir. Bu dinler çok sade ve insancıl kalıyordu. Tapınağa gitme zorunlu değildi ve her ağızlarını açtıklarında ateş püsküren, vatandaşlarını cehennem ateşi ile korkutan din adamları sınıfı çok tanrılı dinlerde yoktu. Bu nedenle o toplumlarda sanat, düşünce ve hukuk ileri düzeyde gelişti.
Oysa tek tanrılı dinler, insan yaşamını tümüyle ipotek altına aldı. Dinsel inancın dışında insana özgür bir alan bırakmadı.
Kilise daha sonra giderek yargı alanını genişlettiği gibi, Batı Roma’nın yıkılışından sonra bağımsızca hareket etti.
İlk yargılama, Fransa’nın güneyinde, Languedoc’ta 1184’te yapıldı.
1199’da Ortaçağ Engizisyon mahkemesi, 1478′ de İspanya Engizisyon mahkemesi, 1542’de Roma Engizisyon Mahkemesi kuruldu.
Kilise bu gibi sapkınları, Tanrı’ya karşı suç işlemiş sayıyordu. Sapkınları ilk ateşte atma işi, 1022 Noel’i sırasında Orleans katedralinin on papazının ateşte yakılması ile başladı.
İşkence görenler, ateşte yakılanlar sadece sapkınlar değildi, büyücü kadınlar da benzer işkenceden geçirildi, ateşte yakıldı.
“Engizisyonun odun yığınları üzerinde yanarak can veren insan sayısı, ‘Hristiyan şehitleri’ sayısından kat kat çoktur. Başka hiçbir din, bilim ve özgür düşünceye Hristiyanlık kadar acımasızca baskı uygulamamıştır.”[14]
Bruno yakıldıktan 16 yıl sonra, Katolik bir papaz olan, ama aynı zamanda döneminin bilimi ile de ilgilenen İtalyan Lucillio Vanini de Fransa’nın Toulouse kentinde, büyücülük ve tanrısızlık suçlamasıyla, önce dili kesildi, sonra boğuldu ve yakıldı.
Ayrıca kitap yasakları getirildi. Kilise kitap yasaklarını Index denilen bir listede yayınlıyordu. Bruno’dan Montaigne’den Balzac’a kadar yazarların kitaplarını papalık yasakladı.
Engizisyon’un etkinlikleri Fransız Devrimi’ne kadar sürdü.
Peki bu din, “Dinden sapanlara işkence edin, onları yakın” diyor muydu? Elbette demiyordu. Peki neden binlerce, on binlerce değil, yüz binlerce insan işkence gördü, ateşte yakıldı?
Çünkü din adamları insanları yargılama, cezalandırma yetkisini elde ettiler. Kilise devletlerden bağımsız olarak örgütlendi, vergi topladı, kendi mahkemelerini kurdu.
Din, özellikle de denetilmeyen din, insanlar işkence edecek, insanları ateşte yakacak kadar kötü olabiliyor.
Bize kalırsa, insanlar bir dine saygılı olabilir, ya da olmayabilir, ama din insana saygılı olmalıdır. Temel değer din değil, insandır, insan yaşamıdır.
İslam ve Hukuk
İslam, her şeyden önce bir savaş dinidir. Muhammed’in amacı yeni bir din kurmaktı. Yoksa yaşadığı topluma hukuk getirmek değildi. Toplumun önderi durumunda olunca, hukuk düzenlemeleri de getirdi.
Fıkıh denilen İslam hukukunun birinci kaynağı Kuran’dır. İkinci kaynağı ise hadislerdir.
Şimdi biz Kuran’dan ayetler almak istiyoruz:
“Erkekler, kadınlar üzerinde hakim dururlar, çünkü bir kere Tanrı birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar baş eğerler.(…) Serkeşlik etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince, önce kendilerine öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse, dövün.“ ( Sure 4 – ayet 34 )
Böyle bir ayet, hukuk devletinde artık geçerli değildir. Çünkü hukuk devletinde cinsiyet ayrımı yapılmıyor, kadın erkek birbirine eşit sayılıyor; ayrıca kadın olsun, erkek olsun, insanın insanı dövmesi suçtur.
İnanmak konusuna gelince, demokratik hukuk devletinde insanlar şu ya da bu dine inanır ya da inanmaz; bu konuda kimseye zorlama olmaz. Bununla birlikte bakınız Kuran bu konuda ne diyor:
“Küfredenlerden bir kolu kessin ya da perişan etsin de hayal kırıklığına uğramış olarak dönüp gitsinler.” (Sure 3 – ayet 127)
Küfredenler, yani dinsel inanca karşı çıkanlar. Bunların bir kolunun kesilmesi ya da perişan edilmesi buyruluyor.
Şimdi bir de şu ayete bakalım:
“O haram ayları çıkınca, artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tövbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse, onları serbest bırakın.” [15]
Rönesans’tan beri çağdaş dünyayı kuranların, çağdaş uygarlığı yaratanların bir bölümü müşrik. İlaçları yapanların, modern tıbbı kuranların çoğu müşrik. Oysa biz bu insanları öldürmek bir yana, onlara minnet borçluyuz.
Ne Einstein, ne de Bertrand Russell dine inanmış kişilerdi.
Günümüz Türkiyesi’ne bir bakalım. Ülkeye gelen turistlerden hangisi tek tanrılı dinlere inanmış acaba? İçlerinde ne kadar çok müşrik var ve biz onlar ses çıkarmıyoruz.
Kuran insanları “kâfir ve mümin” diye ikiye ayırıyor. Tam bir ayrımcılık yapıyor.
Bakınız bu ayrımcılık nereye kadar gidiyor:
“Ey iman edenler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşı küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyin! Sizden her kim onları dost edinecek olursa, işte bunlar kendilerine zulmedenlerdir.“ (Sure 9 – ayet 23)
Yine mümin-kâfir ayrımı:
“O’dur sizi yaratan, öyle iken kiminiz mümin, kiminiz de kâfirdir.” (Sure 64 – ayet 2 )
Ben uzun yıllar Avrupa’da yaşamış bir insan olarak şunu söyleyebilirim. Nice insan tanıdım, ne kadarı ile dost oldum. Bunlar kendilerini dinsel inançtan kurtarmış tertemiz insanlardı. Buna karşılık, kendi ülkemizde ne kadar çok mümin ve aynı zamanda kirli işlere karışmış olanlar var!
İslam dini, cihat dinidir; diğer bir deyişle, din için savaşmaktır, diğer insanları bu din uğruna öldürmektir:
“Ey iman edenler, size ne oldu ki, size ‘Tanrı yolunda savaşa çıkın’ denildiğinde, yerinizde yığılıp kaldınız. Yoksa ahretten geçip dünya yaşamına mı razı oldunuz?”[16]
Kuran’da savaşla ilgili çok ayet var. Zaten Muhammed peygamber olduktan sonra, kılıçla kadınlar arasında yaşıyor.
Zina, elbette dinlerde önemli bir yer tutar. Kuran’ da ilgili ayete bakalım:
“Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun; eğer Tanrı’ ya ve ahret gününe gerçekten inanıyorsanız, Tanrı’nın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın!.” (24-2)
Ama daha sonra halife Ömer, bu zina suçunun cezasında önemli bir değişiklik yapıyor. Zina edenler hiç evlenmemiş iseler, bunlara yüzer değnek vurulmasını buyuruyor. Ama zina edenler evlenmişlerse, ya da evlenip ayrılmışlarsa, o zaman taşlanarak öldürülmesini buyuruyor.
Peki halife Ömer’in Kuran’daki bir ayeti değiştirmeye yetkisi var mıydı? Elbette yoktu, ama Ömer ayrıca Kuran’a ayetler koydurmuştur. Bunlara Muvafakat-ı Ömer denir. Örneğin şu ayet:
“Ey iman edenler, kendi odalarınızda (evlerinizden) başka evlere, sahiplerinden izin almadan ve onlara selam vermeden girmeyin!” (24-27).
(Günün birinde Muhammed, Ömer’i çağırtmak için bir adam gönderiyor. Giden adam kapıyı vurmadan doğru içeri giriyor. O sırada Ömer de yarı çıplak halde, şurası burası görünecek şekilde yatıyor. Ömer bu olayı Muhammed’e söylüyor ve Kuran’a bu konuda bir ayet konulmasını istiyor. Kuran’a bu ayet de böylece giriyor!)
Zina ağır suç sayılıyor, ama bir efendi kendi cariyesi ile nikâh kıymadan yatıyor ve bu cinsel ilişki zina sayılmıyor! Neden? Nedeni yok, çünkü dinde mantık yoktur, inanç vardır.
Zina edenleri taşlayarak öldürme cezasını Osmanlılar bir kez Avcı Mehmet zamanında uyguluyorlar. Zina edenler evli Müslüman bir kadınla, evli Yahudi bir erkek. Yahudi yakalanınca Müslüman oluyor, ama yine de bağışlanmıyor. Ceza, İstanbul’ da Sultan Ahmet meydanında uygulanıyor ve Padişah da cezanın uygulanmasını görmeye geliyor.
Zinaya sopa cezası yerine hapis cezası getiren, önce İttihat ve Terakki hükümeti oldu. Peki zinayı suç olmaktan hangi hükümet çıkardı? Dinci geçinen günümüz AKP hükümeti.
İmam nikâhı diye bir şey İslam’ da yoktur. Nikâh bir hukuk işidir. Nikâhı herkes kıyabilir; önemli olan kıyılan nikâhın resmi kayda geçmesidir. İmam nikâhı kıyıldığında, imam bunu caminin defterine geçiriyor mu? Hayır. Evlenenlerin çocuğu olduğunda, imam bunu kayda geçiriyor mu? Hayır. Evlenenler diyelim gün geldi ayrılacaklar. Bunun için imama başvurabiliyorlar mı? Hayır. Miras konusunda imamın yapabileceği bir şey var mı? Hayır.
Peki imam nikâhı nereden çıktı? Cumhuriyet döneminde evlenenlere yaş sınırı getirilince ve çok kadınla evlenmek yasaklanınca, evlilikte kaçamak yapmak isteyenler, baştan sona düzmece olan dini nikâha başvuruyorlar. Oysa böyle bir nikâhın hiçbir geçerliliği yoktur. Din adamları da paralarını alıp nikâh kıyıyorlar ve hiç seslerini çıkarmıyorlar.
Fıkıh’ın ikinci kaynağı hadislerdir. Hadisler, peygamber zamanında yazıya geçirilmedi. Yarım halife Ali ile, yine yarım halife Muaviye arasında savaş çıkınca, hadisler akla geldi. Bu Hadisler, peygamber zamanında yazılı olmadığı için, sonradan değişikliklere uğradı:
“Ancak zamanla ve İslam’ın genişleyip yayılmasıyla ortaya çıkan yeni durumlara uyulmak için Hadisler uydurulmaya başlandı ve bunların arasında hukuksal olan birçokları da vardır; ancak zamanla o kadar çok hadis uyduruldu ki, bunların çoğu birbirine aykırı sünnetler bildiriyordu. İşte bunların hangisinin doğru olduğu araştırılmaya başlandı.”
Hangi hadisin doğru, hangisinin uydurma olduğu asla doğru olarak saptanamaz. Çünkü Kuran’nın kendisi bile çelişkilerle doludur. Örneğin, şu ayete bakalım: “Dinde zorlama yoktur“ (Sure 2- ayet 256). Yine aynı surenin bir başka ayetine bakalım: “Savaş, hoşunuza gitmese de üzerinize yazıldı.Gerçi o size hoş gelmez, ama olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o hakkınızda hayırlıdır.“ (Ayet 216).
Kuran’da “Dinde zorlama yoktur“ deniyor, ama günde beş kez namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak, haca gitmek zorunludur; savaşa gitmek zorunludur; kadınların sokağa çıkarken örtünmeleri zorunludur.
İslam’da Devlet ve Hukuk
İslam dini daha ilk başlarda, yarım halife Ali zamanında bölünmeye başladı. Bizce bunu nedeni, bu dinde kural eksikliğidir.
Muhammed, sadece bir din kurucusu değildir. Gerçi ilk zamanlarda devlet kurmak ve yönetmek gibi bir eğilimi görülmez, ama Medine’ye göç ettikten ve orada 624 yılında, Bedir denilen yerde bir kervan soyduktan sonra paralanmış, düzenli asker beslemeye başlamış, böylece devletin ilk tohumunu atmıştır. Zaten o dönemde bütün Arabistan’ı içine alan bir devlet yoktu. Kentler kendi başlarına buyruktu.
İslam peygamberi öldüğü zaman, kendisinin yerini kimin alacağı konusunda hiçbir şey söylememiştir. Muhammed sözde bir devlet kurdu, ama bu devletin ne bir kamu hukuku, ne de bir kamu örgütlenmesi vardı. Devleti kimler ve hangi kurallara göre yönetecekti? İşte bu ana konu eksik kalmıştı.
Aslında Muhammed’in kurduğu bir kabile devletiydi.
Peygamber hastalandığında, yerine Ebu Bekir imamlık yapmıştı; öldüğünde de yerine Ebu Bekir geçti. Onun halife olmasını en çok da Ömer istiyordu. Öyle ki, Ömer Medine’ye asker getirdi ve böylece Ebu Bekir’i halife seçtirdi. Ebu Bekir’in iki yıllık halifeliğinden sonra, Ömer’in kendisi halife oldu. Oysa ondan başka Ali, Muaz ve başkaları da halife olmak istiyordu. Ömer öldürüldükten sonra , Ömer’in sağlığında oluşturduğu beş kişi Osman’ı halife seçti. Osman da öldürüldü. Osman’ı öldüren, birinci halife Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’ di.
Osman’ın ölümünden sonra bir yandan Ali kendini halife ilan ederken, öte yandan Şam Valisi Muaviye de halifeliğini duyurdu. Ve bunun ikisi, Sıffın denilen yerde karşı karşıya gelip savaştılar.
Eğer kimin halife olacağına dair bir kural, bir yasa konmuş olsaydı, bu savaş olmayabilirdi. Ama ne peygamberin kendisi, ne sonraki halifeler bu konuda bir kural koydular.
Ali, peygamberin eşlerinden Ayşe ile de savaştı. Sonra Muaviye ile olan savaşa katılmak istemeyen “Hariciler“i kılıcıyla ortadan kaldırdı. Peşinden kendisi de öldürüldü; daha sonra oğullarından Hasan zehirlenerek öldürüldü, Hüseyn ise Kerbela’da öldürüldü.
Kıyımla geçen bu döneme Müslüman din adamları “Mutluluk Dönemi“ adını vermişlerdir!
Ali’nin ölümünden sonra iktidarı alan Emeviler, diğer krallıklarda olduğu gibi, hükümdarlığın babadan oğula geçmesi kuralını getirdiler.
Ali ile Muaviye arasındaki savaş, bu dinde Şii-Sünni ayrımına yol açtı. Tarih boyunca bu iki mezhepte olanlar yalnız birbirini kırmakla kalmadılar; ayrıca günümüzde de, örneğin Irak’ta sürekli birbirlerini öldürüyorlar.
Muhammed’in erkek oğlu yoktu; ölünce yerine kimin geçeceği bilinmiyordu. Ama yerine kimin geçeceği konusunda bir kural koymaması, tarih boyunca insan kanının dökülmesine yol açtığı gibi, bundan sonraki yüzyıllarda da ne kadar cana mal olacağını bilmiyoruz.
Günümüzde hâlâ dini hukuktan üstün tutan devletler var; ne yazık ki, bizim ülkemizde bu konuda hızla yol alıyor.
İslam toplumunda, birey öncelikle Tanrı’ya bağlıdır; vatandaş-devlet ilişkisi bilinmez. Vatandaşlık kavramı, ulusal devletlerle birlikte ortaya çıktı. Böylece bir yandan insan ruhuyla Tanrı’ya bağlanırken, bedeniyle de devlete bağlanır oldu.
Ortada bir sorun var: Bizim için önemli olan savaşa ve mezhep çatışmalarına dayalı bir din mi; yoksa bilime, hukuka inanan, barış içinde çalışan ve insanca yaşayan bir toplum mu?
Fıkıh’ın kaynaklarından birisi de İcmadır. İcma, din alimlerinin bir sorunu çözmek için görüş birliğine varmasıdır.
Örneğin Medine’ de, Kahire’de, Şam’da ve Bağdat’ta oturan din bilginleri, anlaşmazlığa yol açmış bir konu üzerinde ortak görüş bildirirlerse, buna icma deniyor.
“Kuran ve Hadis’in yorumu sorununda, hangi yorumun doğru olduğu da, sonunda icma ile çözülmüş olduğu için,İcmanın İslam hukukundaki yeri gerçekten çok önemlidir. Şiiler, Sünnilerin icmalarını kabul etmezler. Vahabiler ise başlangıçta olduğu gibi, yalnız sahabilerin icmalarını kabul ederler.”
Sözün kısası, icma bir çözüm getirmemiştir.
Fıkıh’ın dördüncü kaynağı ise içtihattır.
“İşte Kuran’da ve hadiste var olan bir hükme dayanılarak, çözümlenmemiş bir sorunun kıyas yoluyla çözümlenmesine içtihat denir. Bir müçtehit bir sorunu çözerken, böylece bir ayet ya da bir hadise dayanmak zorundadır. (…) Bu bakımdan aynı sorun hakkında iki değil, birbiriyle çelişen birçok içtihatlar bulunabilir. Bundan dolayı İslam hukuku bir sistem haline gelememiş ve derinleştirilemeyerek çeşitli mezheplere ait fıkıh kitaplarında birbiriyle çelişen kurallar halinde kalmıştır.”
İslam ülkeleri tarih boyunca padişah fermanları, şeyhülislam fetvaları ve şeriat mahkemeleri ile yönetildi.
Türkiye’nin dışında bu ülkeler doğru dürüst hukuk yüzü görmedi.
Atatürk, ümmet imparatorluğundan ulusal Cumhuriyet’i kurarken, elinin altında tam laik hukukçular bulunmuyordu.
Bir devlet ancak hukuk temeli üzerine kurulabilir. Hukuk devletinde, devlet hukuka bağlı kalır, yoksa hukuk devlete bağlı olamaz. Bir hukuk devleti, ancak laik bir yapı ile olasıdır. Laik, demokratik bir hukuk devleti ise, feodal yapıdan ve dinden arındırılmış bir devlet içinde ancak gerçekleşebilir.
İnsanlar yüzyıllarca tanrılardan yardım beklediler, umutları boşa çıkınca, sonunda yine kendilerine döndüler:
In me omnis spes est mihi (Tüm umutlar bende) Terentius.
Hazırlayan: Hüseyin Portakal
[1]Tevrat, Yaratılış,bölüm 9.
[2]Levililer, bölüm 18.
[3]Levililer, bölüm 20.
[4]Yubil yılı, her elli yılda bir kölelerin bağışlanması.
[5]Levililer, bölüm 25.
[6]Sayılar, bölüm 31.
[7]Luka, 6-23.
[8]Ermiş Paulus, Korintoslulara Mektup.
[9]Ermiş Paulus, Korintoslulara Mektup.
[10]Korintoslulaar Mektup.
[11]Agy.
[12]Prof.Dr.Özcan Karadeniz Çelebican, Roma Hukuku, s.323.
[13]Agy, s. 74.
[14]S.A.Tokarev, Felsefe Dergisi, s. 70. 1988, sayı 3.
[15]Sure 9 – ayet 5.
[16]Sure 9, ayet 38.
[17]Prof.Dr. Coşkun Üçok – Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, [1]s.49-50.
[18]Üçok Mumcu, agy, s.52.
[19]Agy,s. 53.