Paylaş

Elbette ki üzerine çok şey söylendi ya da en azından düşünüldü. Ama Minerva’nın Baykuşunun uçması için daima belirli bir zaman geçmesi gerekmiştir. Bu nedenle haber olarak eskimiş bir vaka üzerine düşünmek için hiç de geç değil.

Modern Bilimsel Devrim ve Sanayi Devrimi esas alındığında modernleşme sürecine göreli olarak geç başlayan üç ülkeden birisi olan Japonya’da (diğer ikisi Rusya ve Türkiye) 2015 yılında hükümet önerisi ile sosyal bilimler fakültelerinin kapatılması gündeme geldi. Japonya Eğitim Bakanı, “toplumun ihtiyaç duyduğu alanlara daha iyi odaklanmak” gerekçesiyle 86 ulusal üniversiteye “toplumun ihtiyaçlarını karşılayan alanlara (bölümlere) daha fazla imkân açma” önerisini bir mektupla iletti. Bu mektubun içeriği, sosyal bilimler ve beşeri disiplinler bölüm ve programlarına son verme ya da onları toplumsal ihtiyaçlara yanıt verebilir hale dönüştürme yönündeydi. Amaç, sosyal bilimler yerine ülkenin gelişimine hız vereceği düşünülen teknik ve mesleki alanlara yönelmekti. Diğer bir deyişle, uygulamalı bilimler lehine sosyal bilimlere ayrılan kaynak radikal bir biçimde kısılacaktı. İlgili üniversitelerden 26’sı programlarını kapatma ya da küçültme yönünde karar alırken, 17’si sosyal bilimler ve beşeri disiplinler bölümlerine öğrenci kabulünü durdurdu. Tokyo ve Kyoto Üniversiteleri ise bu müdahaleyi “anti-entelektüel” bulduklarını ilan ederek hükümetin bu önerisine uymayacaklarını duyurdular.

Öncelikle bu manzaranın çok da karanlık olmadığının altı çizilmeli. Çünkü Japonya’da yaklaşık 800 üniversite bulunduğu belirtilmelidir. Devlet üniversiteleri elit üniversiteler olmakla birlikte Japon üniversitelerinin küçük bir oranını oluşturmaktadırlar. 17 üniversite Japonya’daki üniversitelerin %2’si anlamına gelmektedir.

Ölçeği ve etkisi her ne olursa olsun bu hükümet önerisi çok da yabancısı olmadığımız genel bir bilim siyaseti (politikası) yaklaşımının, üstelik pek çok insanın da içten içe desteklediği bir uygulaması (siyasası) olarak görülebilir. Bu siyaset, ‘sıradan insanın’ zihnindeki bilim imajının (imgesinin) bir yansıması olduğu denli, karşılığını da o imajda, yani o zihinde bulmaktadır: Bilim, tekno-bilimdir.

Bilim imgesi, bilimin, insanların zihnindeki genel ve egemen kavranış biçimidir. Kimi zaman bilim etkinliğinin “gerçek” nitelikleri ile örtüşmediği gibi, imge, bilim etkinliğinin kendisini doğrudan etkilemeyebilir. Buna karşın, bilim siyasetinin ve siyasalarının oluşturulmasını, bilimin toplumsal düzendeki yerini doğrudan etkiler ve hatta belirler. Bu nedenle, tartışmaya açık olarak bilim‐bilim imgesi ayrımı yapılırken, bilim imgesinin öneminin (ve belirleyiciliğinin) göz ardı edilmesi ciddi olumsuz sonuçlar doğurabilir (Anlı, 2016: 12). Bilim siyaseti-siyasası-imajı ilişkisi sosyolojik düzeyde hemen görülebilir. Örneğin, Japonya’da yaşanan bu olayın haberinin altındaki ilk yorum şöyledir:

“Burada ve diğer her yerde de yapılması gereken bir şey. Beşerî disiplinler ve sözde sosyal-bilimler toplumumuza tamiri mümkün olmayan zararlar veriyorlar. Bu insanların (sosyal bilimcilerin) eğitimleri tamamen kanaatler, inançlar, değerler ve benzerleri üzerine. Bu eğitimleriyle sanki gerçek ve meşru bilim yapıyorlarmışçasına davranıyorlar. Bir de yaşamımızın bütün boyutlarını kendi ideolojik önyargılarına göre kurumsallaştırarak bunlar hakkında aslında olmadıkları halde birer ‘uzman’ gibi çalışıyorlar. Bu dünyanın çocuklarımız hakkında ya da ilişkiler hakkında uzman gibi davranan insanlara ihtiyacı yok. Psikologlara ya da sosyal görevlilere ihtiyacımız yok!” (bkz. https://www.timeshighereducation.com/news/social-sciences-and-humanities-faculties-close-japan-after-ministerial-intervention)

Bu noktaya nasıl geldik?

Bu noktaya nasıl geldik? Başlangıç için Modern Bilimsel Devrim süreci adı verilebilecek olan 1543 (De revolutionibus orbium coelestium) – 1687 (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) dönemi referans alınabilir. Bu momentte doğa felsefesi, kendi alanında (astronomi ve fizik) parçalı görünen problemleri deneysel içerikli, sınanabilir, öngörü gücüne sahip, evrensel bir teori altında birleştirmeyi ve büyük oranda çözmeyi başarmıştı. Newton’un Kütle Çekim Teorisi Aristoteles’in ve Ptolemaios’un ikili evrenini tek bir büyük, bilinebilir, öngörülebilir ve hatta açıklanabilir evrene dönüştürmüştü. Bu başarının ardından insanlığın önündeki limit artık gökyüzüdür. Bu evrenin bilgisi, “gerçeklik hakkında bir biçimde ampirik olarak doğrulanan, sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasına dayanır” (Gulbenkian Komisyonu, 2014: 12) ve bu çaba ideal bir hedef olmaktan ziyade başarıya ulaşmış bir girişimdir.

Alexander Pope’un “Doğa ve doğanın yasası karanlıkta saklıydı. Tanrı, ‘Newton olsun!’ dedi ve her şey aydınlandı” sözü başarıya ulaşmış bir çaba olarak esas aydınlanmayı işaret eder niteliktedir. Bu aydınlanma, teori ile ampirik olanın başarılı birlikteliğinden açığa çıkarken, terminoloji halen geriden gelmektedir. Çünkü Newton’un eseri -Philosophiae Naturalis Principia Mathematica- halen doğa felsefesi kategorisi altındadır. Dolayısıyla modern bilimsel devrim, esasında doğa felsefesinde yaşanan bir devrimdir. Devrimin gerçek adı 19. yüzyılda konmuştur. Devrim, 1833’de (Principia’dan 146 yıl sonra) devrimsel bir farklılaşmayla ‘scientist’ teriminin tedavüle çıkmasıyla taçlanmıştır. Böylece epistemenin felsefenin ana dili olan Antik Yunanca’dan Orta çağ Latincesinin ‘Scientia’sına dek süren serüveni spekülatif bir arayışın tarihi olarak geride bırakılmış ve bilginin standardı Newton fiziğinden türetilerek doğa filozofu (ve dahi filozof) bilim insanına (scientist) dönüştürülmüştür. Tam da bu noktada bilim / science sözcüğünün İngilizcede diğer Avrupa dillerindeki karşılıklarına göreli olarak daha sınırlı ve net bir anlam taşıması, bilim çalışmaları açısından tesadüfi olmayan bir biçimde kural-koyucu olmuştur. Bilim sözcüğü bu sınırlı ve net kullanımında doğrudan Newton Fiziğine yani doğa bilimine gönderimde bulunurken, başka bütün Avrupa dillerinde “bilim” sözcüğü, örneğin tarihi de duraksamadan kapsayacak kadar geniştir (Carr, 2005: 65). Benzer bir kullanımı Türkçede de görmek mümkündür. ‘İlim’ ve ‘fen’ ayrımı söz konusu olduğunda bilim fenne yakın durmaktadır. Fennin ya da bu sınırlılıktaki orijinal kullanımında bilimin bu anlam yükü tesadüfi değildir ve kural-koyucudur çünkü “18. yüzyılın sonunda, bilim insanın hem dünya hakkındaki bilgisine hem de kendi fiziksel özelliklerinin bilgisine öyle görkemli katkıda bulununca” (Carr, 2005: 65), bilimin, diğer tüm alanlar için model alınması meşru ve doğaldır.

Newton’un teorisiyle gizlerinin nasıl açılacağı öğrenilen (ki bu artık evrende kökensel bir gizin olmadığı anlamına gelmekteydi) bu evrenin (modern dünyanın) kilit sözcüğü “ilerleme” idi. İlerlemenin somut göstergesi ise teknolojik yenilikler yoluyla insan hayatına kazandırılan pratik yararlardı. Evrensel bir teorinin ışığında her şey ampirik olarak keşfedilmeyi beklerken (ki bu zaman meselesiydi), bilinen her şey kısa zamanda teknolojiye ya da öngörü gücüne tahvil edilebiliyordu. Bilmek, bundan başka ne olabilirdi?

Sonunda 15. yüzyılda Francis Bacon’ın ve Rene Descartes’ın öngördükleri gibi insan doğayı ‘anlayabiliyor’ ve onunla ‘baş edebiliyordu’. Fizik bilimi (dönem itibarıyla doğa felsefesi) insanları “doğanın efendileri ve iyeleri” (Descartes, 2013: 59, 60) yapacak bilgi yolunu açmıştı. Bir adım ötede, bilimin çıktıları üzerine kurulu olan tekno-kapitalist dünyanın mottolarından biri 18. yüzyıl itibarıyla edimselleşiyordu: “Bilgi ile insan gücü eş anlamlıdır, (…) bilimlerin gerçek ve doğru hedefi, yeni keşifler ve zenginliklerle insan yaşamını donatmaktır” (Bacon, 2012: 119, 120, 157). Böylece 18. yüzyıl, epistemolojinin 15.yüzyılda “yapabiliriz (yes, we can)” dediği bir projeyi, doğa felsefesinin (scientia) “yaptık (yes, we did)” diyerek tamamladığı yüzyıldır. Ancak bu başarı, prototip bir sınır içerisindedir: Fizik ve astronomi. Diğer doğa bilimleri adeta bir domino etkisi altında birer birer fiziği takip ederek modern bilimsel çerçevelerini kazanırken bu sınır da git gide felsefenin aleyhine olacak biçimde genişlemektedir.

Bu perspektiften bakıldığında, 18. ve 19. yüzyılın geriye kalan mücadele alanı tarihsel ve beşerî alan üzerinedir. Doğaya ilişkin –meşru- bilginin nasıl ve kim tarafından üretildiği artık mesele değildir. “Fakat insanların dünyasıyla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusunda” bir mutabakat olmadığı gibi (doğa biliminin karşısında yer alan epistemolojik çerçevenin adı bile net değildi; sanat, insan bilimi, edebiyat, felsefe, kültür ya da kültür bilimleri vb.), esas mücadelenin burada verileceği de artık aşikârdı (Gulbenkian Komisyonu, 2015: 15). Çünkü beşerî ve tarihsel olana dair düşünme ve bu alanı açıklama çabası doğanın açıklanma çabasıyla yaşıt olsa da bu alanın bilgiye tahvil edilmesi için daha güçlü dogmaların yıkılması ve bunun da epistemolojiye dışsal koşul ve faktörlerce desteklenmesi (ya da talep edilmesi) gerekmiştir. 1789 sonrası “modern devletin kararlarını dayandırabileceği daha kesin bilgiye duyduğu gereksinim” (Gulbenkian Komisyonu, 2015: 15) daha önceki ‘bilge-yönetici(ler)’ konseptinin ötesinde, çok daha farklı bir bilgi kategorisine dair yönetsel ve toplumsal bir talep doğurmuştur.

Geldiğimiz noktada bir virgül koyarak, devamını sonraya bırakalım ve soralım: Sosyal bilimlere olan talep mi ortadan kalktı, arz mı yeterli olmadı?

Kaynaklar:

Anlı, Ömer Faik (2016). Bilim Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü-. Ankara: Phoenix Yayınevi.
Bacon, Francis (2012). Novum Organum. Sema Önal (çev.). İstanbul: Say Yayınları.
Carr, Edward Hallett (2005). Tarih Nedir?. Misket Gizem Gürtürk (çev.). 8. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları.
Descartes, Rene (2013). Usun Doğru Yönetimi ve Bilimlerde Gerçeklik Arayışı İçin Yöntem Üzerine Söylem. Aziz Yardımlı (çev.). İstanbul: İdea Yayınları.
Gulbenkian Komisyonu. (2012). Sosyal bilimleri açın: Sosyal bilimlerin yeniden yapılanması üzerine rapor. (I. Wallerstein, C. Juma, E. Fox Keller vd). Şirin Tekeli (çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

İnternet Kaynakları:

https://www.timeshighereducation.com/news/social-sciences-and-humanities-faculties-close-japan-after-ministerial-intervention (Erişim Tarihi: 05.10.2017)
https://www.timeshighereducation.com/blog/japan-and-social-sciences-behind-headlineScientias (Erişim Tarihi: 05.10.2017)

Yazar: Ömer Faik Anlı

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Ömer Faik Anlı

Felsefe alanında lisans ve lisansüstü eğitimlerini Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. Yine aynı üniversitede Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak görev yaptı ve 2017 Kasım ayından itibaren artık Doçent unvanı ile çalışmalarını sürdürüyor. Araştırma ilgileri: epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir. Bu alanda bilimsel makaleleri yayınlanmış ve ayrıca Bilim Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü- başlıklı bir telif kitap kaleme almıştır.