Bir kum saatini ters çevirdiğinizde akan kum tanelerinin sayısı mı tanımlar zamanı yoksa tik-tak sesiyle bizi varoluşa uyumlu kılan saniye sesleri mi? Zaman bir numendir, varlığını apriori kabul ettiğimiz şeydir. Fakat bir şeyi kabul etmek, onun ne olduğunu bilmekle aynı şey değildir. Öyle gözüküyor ki biz zamanı, kum tanelerine, saniyelere, günlere, aylara indirgiyoruz. İçinde var olduğumuz bu soyutluğa pek bir yabancıyız. Hayata gözlerimizi açtığımızdan beri akmaya başlayan kum saatinden, son kum tanesi düştüğünde, kaybolur mu zaman? Kimdir hayat yolculuğunda kolumuza girip bizi götüreceğimiz yere kadar bırakan bu yol arkadaşı?
Zamanın ne olduğu ve nasıl işlediği felsefe tarihinde sıkça sorulan sorulardan biri olmuştur. Antik Yunan’dan itibaren süregelen bu soruya çeşitli cevaplar verilmeye çalışılmış ve bu merak, sadece merak olmaktan çıkıp, bilimin de ilgilendiği bir konu hâline gelmiştir. Hâliyle zaman kendi içinde zamana bağlı bir evrim geçirmiştir.
Başını göğe doğru kaldırdı, karanlığı, yıldızları gördü insanoğlu. Tekrar baktı gökyüzüne; karanlığın aydınlığa kavuştuğunu, yıldızların kaybolduğunu gördü; güneşi gördü. Yere baktı, mevsimleri gördü. Soğuğu ve sıcağı hissetti. Düzeni, sürekliliği gördü. Şeyin değişimine şahit oldu. Düzeni merak etti, sordu: “Nedir bu değişimin kaynağı, nasıldır bu gökyüzünün işleyişi?” Çevresine baktı, kendisinden küçük ve büyük insanlar, değişen hayvanlar gördü. Neydi hem doğaya hem kendisine nüfuz eden, her şeyi ve herkesi bir önceki hâlinden farklılaştıran? Ve artık felsefe tarihinde zaman kavramıyla ilgili ilk adım atılmıştı. İnsanoğlu Antik Yunan’da, merakı sayesinde, bir numenle tanıştı.
Bir şey nasıl oluyordu da hem A hem de A olmayan olabiliyordu? Bu soru Antik Yunan’da filozofların zamanı tanımlamaları bakımından çıkış noktası oldu. Çelişmezlik ilkesini esas alan filozoflar zamanı oluş-bozuluş, değişim bağlamında tanımladılar. Onlar için zaman, hareket ve değişimdi ki bu kabul, mitolojilerine de yansıdı. Öyle ki zaman adına üç tanrıdan bahsettiler: Khronos, Kainos ve Aion. Khronos, zamanı niceliksel bakımdan tanımlıyor, daha çok zamanın matematiksel boyutu ile ilgileniyordu. Kainos, zamanın niteliksel yönünü ele alıyor ve bir eylem veya bir şeyin olmasının zamansal bakımdan uygunluğunu –istediğimiz şeyin zamanında olması, zamanını beklememiz gibi– belirliyordu. Bu iki tanrıdan üstün, bütün zamansal boyutların üstünde, sonsuz olan tanrı ise Aion’du. Bu mitoloji, bazı filozofların felsefelerinde oldukça etkili oldu.
İlk çağ filozoflarından Thales ile başlayan arkhe problemi, zamanın mahiyetinin araştırılmaya başlanması ile seyir değiştirdi. Gökyüzünü seyreden ve ona hayretle bakan insanoğlu artık bu merakını keşfetmeye odakladı ve hareketlerin düzenliliğini günlük yaşamına uyarlamaya başladı. İklim koşullarını, geceyi ve gündüzü, kısacası zamanın bütün özelliklerini kendi ihtiyaçları ile bağdaştırdı. Zamanı takvimleştirdi, somutlaştırdı, ölçtü. Zamanın insana uyum sağlamasıydı bu. İnsan, doğada gözlemlediği zamanı doğadan ayrı tutmadı. Zaman doğadandı, doğanın bir yönüydü. Üstelik değişimin bir döngüselliği söz konusuydu, olgular hep aynı sonuçları doğuruyor, şeyler hep aynı şekilde değişiyordu. Gök hareketleri düzenli ve döngüseldi, bu hareket zamandı, o hâlde zaman da döngüseldi.
Filozofların felsefe tarihi boyunca zaman hakkındaki görüşleri yaşadıkları dönemlere göre değişiklik gösterdi. Dönemin problemi ne ise zaman hakkındaki görüşlerin bir kısmı bu probleme dayanıyordu. Zaman meselesi ilk olarak Anaksimandros’un dikkatini çekti. O, Peri Physikes (Doğa Üzerine) adlı eserinde bu konu üzerine fikirlerini söyledi. Filozofa göre arkhe, yani her şeyin ilk maddesi apeirondu. Hâliyle onun zaman anlayışı da apeiron üzerinden şekillendi. Apeiron, sınırsız, sonsuz ve tanımsızdı. Yukarıda bahsettiğimiz zaman tanrılarından olan Khronos, filozofun felsefe anlayışını etkiledi. Khronos, ilahî dünyadan fani dünyayı ayırmış, zıtlıkları ve sonlu/sınırlı olmayı meydana getirmiştir. Anaksimandros ise şöyle der; “Var olan şeylerin ilkesi, apeiron’dur. Şeyler ondan meydana gelir ve yine zorunlu olarak onda ortadan kalkarlar; çünkü onlar zamanın (khronos) sırasına uygun olarak birbirlerine karşı işlemiş oldukları haksızlıkların kefaretini öderler” (Walther Kranz, Antik Felsefe, Çev: Suat Baydur, Sosyal Yayınları, 1984, s.32.). Anaksimandros’a göre zaman, Khronos’un yaptığı gibi, iki dünyayı yani sonsuz olanı, sınırlı olandan ayırır ve şeyleri sınırlı yapar ve artık zaman zıtlıkların dengeleyicisi, engelleyicisi olur. Hiçbir şey ölçüsü dışında hareket etmez, zaman onların düzeni ve seyrini etkiler, düzenler. O, kendi yasalarıyla işler ve zaman; evrenin koruyucusu ve düzenleyicisidir.
Değişim ilkesi deyince akla ilk gelen filozof kuşkusuz “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,” diyen Herakleitostur. Herakleitos’a göre zaman, değişimi düzenleyen ruhtur, Logos’tur. Zaman ki değişimi yaratır ama kendisi değişmez, o Anaksimandros’un zaman anlayışındaki gibi şeylerin değişimini sınırlar, belirler ve düzenler. Zaman, şeylerin mantıksal ilkesidir. “Zaman (aion), oynayan, dama taşı süren bir çocuktur. Bir çocuğun güç oyunu!” (Kranz, 1984, s.64).
Zamana dair felsefelerinde oluş ve bozuluşu temel alan bu iki filozofun aksine, mutlak olanı bir olarak kabul eden Parmenides, zamanı oluş ve bozuluştan bağımsız ele aldı. Ona göre değişim yoktu, bu sadece bir yanılsamaydı. Varlık bir ve sonsuzdu. Öyle ki, geçmiş; artık olmayan, gelecek; henüz olmayandı. O hâlde, bu iki zaman da aslında var olmayanı tanımlıyordu. Bunu anlamak için Zenon’un ok paradoksundan yola çıkabiliriz. Bir ok hedefe doğru fırlatıldığında, okun doğrusal hareketini bir fotoğraf karesi gibi bölerek ele aldığımızda aslında okun hareketsiz olduğunu ve hareketin bir yanılsama olduğunu görürüz. Ok aslında anda hareketsizdir fakat anın sürekliliğinden dolayı, biz bunu hareket varmış gibi algılarız. Zamana karşı algımızda böyledir, hareket yoksa, değişim yoktur, değişim yoksa zaman yoktur ve zaman sadece bir yanılsamadır. Hâliyle, gerçekten var olan ise zamansız olandır. Parmenides, zaman gerçek değildir, sadece bir yanılsamadır diyen ilk filozoftur. O varlığı bir ve mutlak olarak kabul ettiğinden zamanı bir yanılgıya indirger.
Zamanı bir tür yanılsama olarak ele alan bir diğer filozof Platon’dur. Filozofa göre değişime uğrayan gerçek değildir. Platon’un felsefesinde asıl olan idealar dünyasıdır ve içinde bulunduğumuz dünya idealar dünyasının bir yansıması/görünüşüdür. Gerçeklik, idealar dünyasında olup bu dünya, zamansızdır. İdealar dünyası ile görünüşler dünyası arasındaki bağı kuran Demiurgos, Aion; yani zamanın hareketli hâlini yaratmıştır. Zaman sadece yaşadığımız dünya yani görünüşler dünyasında etkilidir ve zaman, Aion’un resmidir. O, evrenin döngüsel hareketine eşlik eder ve kendisi de döngüseldir. “Platon, zamanı insanın görüngüler dünyasını bir bütün olarak ve birden kavrayamaması sonucu olan, yetkin idealar dünyasının yetkinlikten yoksun bir taklidi olarak ifade etmiştir” (Yetmen, Aynur, s.32).
Platon’un öğrencisi olan Aristoteles zaman hakkında ilk olarak iki temel soruyu sordu: Birincisi: Zaman var olan olarak mı vardı?, ikincisi ise; Zaman kendisi bir varlık olmayan olarak, bir şeye ilişik olarak mı vardı? İmdi, zaman var olan olarak varsa, yani kendi başına varsa; geçmiş ve gelecek zamana ait olacaktır. Geçmiş var olmuş, gelecek ise henüz var olmayandır. Var olmayan parçalardan oluşan zaman, şimdiki anlardan meydana gelmez. O hâlde, var olan sadece şimdidir, bütün var değildir. Öyleyse şunu söylemek yerinde olacaktır; “Zaman, kendisi bir varlık olarak değil, kendisi bir varlık olarak bulunan şeylerle olan varlık olmayan olarak vardır.” (Cihan Camcı, Heidegger’in Aristoteles’in Zaman Anlayışının Yorumuyla Kant’ın Zaman Kavramının Eleştirisi, s.93-122.). Ayrıca Aristoteles, hareketi zamandan soyutlamamış onu zamana içkin kılmıştır. Ona göre zaman, hareketi ve hareket eden nesneyi kapsar. Hareket zamana ait değildir, zaman harekete aittir. “Aristoteles için zaman hareketin kendisi gibi düşünülemeyeceği gibi hareketten de tümüyle bağımsız kılınamaz. Zaman üzerine konuşabilmek hareketi gerektirir. Düşünce durumumuz değişmediğinde ya da değişmenin farkına varmadığımızda zamanın geçtiğini söyleyemeyiz. Hareketi fark ettiğimizde zamanın geçtiğini, zamanın geçtiğini fark ettiğimizde ise hareketi algılamış oluruz. Bu ilişkilendirmede dikkat edilmesi gereken nokta klasik fizikteki hareketin zamana göre tanımlanmasının aksine, Aristoteles’in zamanla hareketi yakından ilişkilendirmesinin aslında zamanının hareketle ilişkisine göre tanımlanabileceği anlamına gelmesidir” (Yetmen Aynur, s.42). Aristoteles’in zaman hakkındaki özgün görüşlerinden biri de zamanı önce ve sonra bağlamında ele almasıdır. Ona göre zaman, öncenin sonraya göre hareketinin sayısıdır. Yani zaman hareketin öncesini ve sonrasını ifade eden şimdilerin sayısıdır (Yetmen, Aynur, s.45). Zaman aslında şimdiye bağlıdır. Zamanı sayabilmek ona müdahil olmak ve onu düzenli kılmaktır.
Aristoteles, felsefe tarihinde ilerledikçe karşımıza çıkacak olan zamanın öznel olması meselesini de ele alır. Başını göğe kaldıran insanımız olmasaydı önce ve sonra sayılamayacaktı, hâliyle sayı olmayacaktı. Bu durum göğün hareketini elbette engellemeyecekti, insana bağlı olmayan gök insansız da hareketini devam ettirecekti. Fakat Aristoteles’e göre, gök kişi olmadan da hareketini sürdürürdü ama hareketin sayılabilir yönü olan zaman var olmazdı. Filozof için şimdiki an kavramı da oldukça önemlidir. Şimdiki an, geçmiş ve gelecek arasındaki sürekliliktir ve zamanı parçalara böler; değişmez, bölünemez. O, zamanı ayırma bakımından değişken, birleştirmesi bakımından değişmeyendir. Şimdiki an hareketi izler. Son olarak, filozofa göre, değişmeyen ve değişme ihtimali olmayan her şey zamanın dışındadır. Bunlara örnek, gök, geometri ve Tanrı’dır.
Başını göğe kaldıran insanımız, tekrar göğe baktığında artık Ortaçağ’da idi. Göğe baktığında yıldızlardan, önceden sonradan veya zamanın sayılabilirliğinden önce, Tanrı’yı görmeliydi. Hâliyle Ortaçağ’da zaman anlayışı tamamen Tanrı ile ilişkiliydi. Zaman artık Antik Yunan’da olduğu gibi doğadan değil, manevî bir boyuttaydı. Hıristiyanlık ve Kilise’nin etkisi, zaman algısında da görüldü.
St. Augustinus, zamanı yoktan yaratılmış olarak tanımladı. Ona göre zamanın nasıl var olduğu problem teşkil etmiyordu çünkü zamanı Tanrı yaratmıştı. Ve Augustinus, zamanın değişim ile ilişkisini İlkçağ filozoflarınınki gibi tanımladı. Zaman değişme ile kendini belli ediyordu. Augustinus’a göre geçmiş, şimdi ve gelecek zamanın parçalarıydı. Geçmiş, var oldu, gelecek henüz var olmadı. Önemli olan şimdiydi. Fakat şimdi şimdi olarak kalsaydı, geçmiş ve gelecek olmaz, şimdi ebediyet olurdu. Burada Augustinus önemli bir soru sorar: “ Önemli olan şimdi ise, geçmiş ve gelecek nerede?” Cevap olarak ise; “Oldukları yerde şimdiki zaman olarak varlar,” der Augustinus. Her şimdi bir sonraki şimdinin geçmişi, bir önceki şimdinin geleceğidir. Aslında geçmiş ve gelecek sadece birer andır. Filozofa göre, zaman aklın veya ruhun ürünüdür, belleğimizdeki izdir. Bakış açımız zamansal olduğundan, zamanda bakış açımıza aittir. El Kindî de zamanı Augustinus’tan farklı ele almamıştır. Ona göre zaman ve hareket sonludur, bir başlangıcı vardır. Onlar bir niceliktir ve nicelik cisme bağlıdır. Mekân, zaman ve cisim hareketin varlığı ile anlaşılır. Âlem sonlu ise, zaman da sonludur çünkü zaman alemin içinde, aleme içkindir. Öyle ki zaman, mekân, cisim ve hareket aynı anda yaratılmıştır, aynı anda yok olacaktır.
Yakın tarihe kadar filozofların zaman hakkındaki önemli görüşlerini ele aldıktan sonra konuyu sonuca ulaştırmak ve asıl meselemizi irdelemek adına Newton ve Einstein’ın zaman anlayışlarından yüzeysel bir şekilde bahsetmek yerinde olacaktır. Fizikte zaman dördüncü bir boyut olarak ele alınır. Newton, Principia adlı eserinde zamanı “mutlak, gerçek, matematiksel zaman; doğası gereği kendi dışında hiçbir şeye bağlı olmaksızın hep eşit şekilde akan şey” olarak tanımlamıştır. Newton’a göre zaman her yerde düz bir doğru olarak akar ve mutlaktır. Biz zaman deyince günlük dildeki zamanı da kastediyorduk fakat Newton, günlük zamanı ve mutlak zamanı kesin bir şekilde ayırıyordu. Mutlak zaman, hiçbir şeye bağımlı olmadan varlığını devam ettiriyor ve dışarıdan bağımsız olarak akmaya devam ediyordu. Evren olmasa bile zaman vardı. Newton için zaman, içinde her şeyin var olduğu ve değiştiği muazzam bir kaptı. Einstein’ın zaman anlayışı ise Newton’dan farklıydı. O, zamana farklı bir elbise giydirdi; bu elbise özel görelilik kuramıydı. Bu kuram Newton’un zaman anlayışını çökertiyordu. Einstein’a göre zaman mutlak ve doğrusal değildi, zaman kişiye göre şekilleniyordu. Einstein, kuramını şöyle açıklar: “Bir adam güzel bir kızla oturup bir saat geçirdiğinde, bu süre kendisine bir dakika gibi gelir. Bir de onu, bir dakika için sıcak bir fırının üzerine oturtun; bu süre ona bir saatten daha uzun gelecektir. İşte görelilik budur!” Zamanın bu derece öznelleştirilmesi elbette bilim dünyasına ve felsefe tarihine yeni bir boyut kazandırdı. Gerçi, daha önceki filozoflar zamanın öznelliğine atıf yaparak felsefelerini temellendirmişlerdi ama Einstein bu kuramını kanıtladı. Einstein, Newton’un aksine zamanın kişiye ve onun algısına özel olduğunu düşünüyordu ki yukarıdaki örnek bunu gayet iyi açıklıyor. O, zaman ve hareketi de şöyle açıklıyordu. Bir treni gözlemlediğinizi farz edin. Tren hareket eder ve hareket eden cisme göre zaman daha yavaş akar. Fakat zamanın yavaş aktığını trendeki yolcular anlayamaz, bunu anca onları gözlemleyen siz anlarsınız. Eğer tren ve siz sabit bir şekilde duruyorsanız zaman ikiniz içinde aynı hızda akacaktır fakat ikinizden birisi hareket ederse, zaman kavramı farklılaşır. Hareket eden bu farkı anlayamaz çünkü evrenin referansı olan ışık hızına göre dünyadaki hareketimiz o kadar yavaştır ki, bu hareketin zaman üzerindeki etkisini anlamamız mümkün değildir. Eğer ışık hızına yaklaşmış olabilseydik, o zaman farkı görebilirdik.
Bu zaman algılarından inceleyeceğimiz ve nihayet sonuca bağlayacağımız mesele, zaman-bilinç ilişkisidir. İnsan zihni ve insanın zamana bakış açısı görüldüğü üzere zamanı algılamada önemli bir rol oynamıştır. Sorulması gereken soru şudur: “Zaman insan zihnine mi bağlıdır, yoksa nesnel bir gerçeklik midir?” Bu soruya verilen cevaplar iki takımı oluşturur. İdealizm ve realizm. Bu mücadelede, idealizm de kendi içinde ikiye ayrılır; epistemolojik bağlamda cevaplar veren idealizm, her şeyin insan zihninden bağımsız olmadığını savunuyordu. Onlara göre zaman zihne bağımlıydı. Metafiziksel idealizm ise zamanı ve gerçekliği tin veya ide cinsinden tanımlıyordu. Epistemolojik bağlamda zamanı savunanlar öznel idealistler, metafiziksel bağlamda savunanlar ise nesnel idealistlerdir. Platon, Aristoteles nesnel idealistken, Bergson, Kant ve Leibniz öznel idealistti ve Leibniz, zamanı birbirini izleyen olguların düzeni olarak tanımladı. Kant ise zamanı bir zorunlu hazır olma hâli olarak ele aldı. Ona göre, zaman her şeyi kapsıyor ve bütün sezgiler onda var oluyordu. Kant’a göre maddî şeyler, bir çok maddî şeyin bir araya gelmesidir ve bunları soyutlarsak elimizde iki şey kalır; uzay ve zaman. Uzay ve zaman olgusal olarak gerçektir fakat sonuçta bir numendir, bilinmeyendir. Uzay ve zaman kendinde şey olarak bilinemese de maddeden ayrı düşünülemez. Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde uzay-zamanı apriori var olan olarak tanımlar. Kendisi kavranamayan fakat kendisi sayesinde doğayı kavrayabildiğimiz zamanı bilmek bizim için neden önemlidir? Oluş-bozuluş, devinim ve değişim olduğu sürece varlığa karşı duruşumuz değişir. Zamanın mahiyetini bilmek, ne olduğunu veya ne olmadığını açıklamak, onun fiziksel doğasına hâkim olmak, zamanı tarihsel bakımdan ele alıp onun evrimine şahit olmak, soyutluğun kabuğunu soyup somutluğa ulaşmak insanın nesne ve değişim karşısındaki duruşunu sağlamlaştıracaktır. Zamanı yabancı kılmak, kendimizi kendimize yabancılaştırmaktır. Bergson’a göre “İnsan zaman içinde değil, kendi zamansallığında yaşar.” Kendi zamansallığında yaşamak… Kimi zaman olur, zamansallığımıza ayak uyduramayız, zaman bir şeyleri kırar, birleştirir, değiştirir veya onarır. Ama biz sadece izleriz. Kendi zamansallığımıza hakim olamadığımız zamanlar olmuştur. Zaman akıp gider ve biz öylece dururuz. Zamanı anlamak ve bilmek, bizlerin zamana dahil olma çabasıdır.
Son olarak, realistlerden bahsederek zaman yolculuğunu bitirebiliriz. Realistler, zamanı şeyden bağımsız kendinde şey olarak tanımlar. Realizm deyince akla ilk gelen filozof kuşkusuz Descartes’tır. Descartes, zamanı maddeden ayırmaz ve onu, usun sahip olduğu soyut öznel bir düşünce tarzı olarak, töz olarak ele alır.
Zaman, her şeyin üstünde çok şey söylediği ama aslında bir şey söyleyemediği bir gizemdir aslında. Elbette bilimsel yönleri, kanıtlanmış bazı teoriler vardır fakat bahsettiğim sizin zamanla olan ilişkiniz. Gözlerinizi açtığınızda başlayan hayatınız, zaman içinde kazandıklarınız ve kaybettikleriniz ve bir gün zamanın sizin için bitecek olması. Sonsuzluk içinde sonlu bir yaşam. Sürekliliğin içinde, şimdiye sıkışıp kalmış insan hayatı. Gece ve gündüzün birbirini kovalamasından oluşan, bunu kimi zaman anlayamadan biten nice hayat. Geçmişi sırtında taşıyıp geleceğe umut bağlayan fakat şimdinin hiçbir zaman hakkını veremeyen onlarca zihin. Son kum tanesi düştüğünde bitecek, ama kendinde şey olarak var olacak zamana dahil olmak, kendinizi ve zihninizi keşfetmek bakımından yararlı olacaktır. Başını göğe kaldırdı insan ve nihayet zamanın kendisine işlediğini fark etti. Geç kalmadan yaşamalıydı, yıldızlar sönmeden.
Kaynaklar:
ARISTOTELES, 2015. Metafizik (Çev. Sev, Y. Gurur), Pinhan Yayınları.
HEIMSOETH, Heinz, 2014. Kant’ın Felsefesi (Çev. Mengüşoğlu, Takiyettin), Doğubatı Yayınları.
MENGÜŞOĞLU, Takiyettin, 2008. Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi
YETMEN, Aynur, 2014. Zamanın Felsefi Temelleri Üzerine Bir İnceleme.
Yazar: Merve Karacan
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.