• 7 Aralık 2017
  • Ömer Faik Anlı
  • 0
Paylaş

Felsefi problemlerin dil tatile gittiği zaman ortaya çıktığını öne süren Ludwig Wittgenstein (2000: 34), analitik felsefe ve özellikle de dil felsefesi içerisinde önemli bir kavramsallaştırma olan “dil oyunu” ile aydınlatabildiği problemler konusunda oldukça alçak gönüllüdür. Wittgenstein’ı izleyecek olursak, “oyunlar” dendiğinde akla gelen tahta-oyunları, kart-oyunları, top-oyunları, olimpiyat-oyunları ve benzeri gibiler arasında ve hepsinde ortak olan nedir sorusu bir başlangıçtır. “Ortak bir şeyler olması gerekir yoksa onlara ‘oyunlar’ denmez” (2000: 51). Pekiyi, bu ortaklık, bu ortak unsur nedir? Nasıl tespit edilebilir? Wittgensteincı yöntem bellidir: Bakın ve görün! (Ya da düşünme ama bak!). Ancak, tüm bu oyunlara ve akla gelebilecek nicelerine bakıldığında hepsinde ortak olan tek bir şeyi göremediğimizi fark ederiz. Ancak, bir şey görebiliriz: Benzerlikler, bağıntılar ve onların bütün bir dizisi.

Sözü Wittgenstein’a bırakalım:

“Sözgelimi, tavlaya, satranç türü tahta oyunlarına, onların çeşitli bağıntılarına bak. Şimdi kart oyunlarına geç; burada ilk gruptaki ile birçok karşılıklılıklar bulursun ama pek çok ortak özellik kaybolur, başkaları ortaya çıkar. Top oyunlarına geçtiğimizde birçok ortak şey kalsa da pek çoğu kaybolur. (…) Ve aynı şekilde biz birçok başka oyun gruplarını gözden geçirebilir, benzerliklerin nasıl ortaya çıktığını ve kaybolduğunu görebiliriz.

Ve bu irdelemenin sonucu şudur: Biz, üst üste gelen ve çapraz hatlar çizen benzerliklerin karmaşık bir ağını görürüz: Bazen kapsayıcı benzerlikler, bazen ayrıntının benzerlikleri. Bu benzerlikleri nitelendirmek için ‘aile benzerlikleri’nden daha iyi bir ifade düşünemiyorum; çünkü bir ailenin üyeleri arasındaki çeşitli benzerlikler (…) aynı şekilde üst üste gelir ve çapraşıklaşır. – Ve şöyle diyeceğim: ‘Oyunlar’ bir aile oluşturur.” (2000: 51, 52)

Şimdi de 1959 yılındaki özel bir konferansa gidelim. C. P. Snow’un 1959 yılında Cambridge’de verdiği “İki Kültür ve Bilimsel Devrim” başlıklı konferansındaki kavramsallaştırmasıyla (Snow, 2010) tespit ettiği üzere, on dokuzuncu yüzyıldan itibaren içerisinde ‘iki kültür’ barındıran bir bilgi kavrayışı hâkim hale gelmiştir. Başta akademisyenler olmak üzere, yüksek eğitim almış herkesin birine mensup olduğu ve aralarında derin bir karşılıklı şüphe ve anlayışsızlığın hüküm sürdüğü iki kültür, “edebi entelektüellerin kültürü” ve “doğa bilimcilerinin kültürü”dür ve Snow’un 1959’daki tespitine göre, Batı toplumunun tamamında düşünsel hayat gittikçe iki kutba, iki zıt gruba ayrılmaktadır (Snow, 2010: 92). Bu yüzyılda, Snow’un ifadeleriyle, “bilimsel kültür sadece düşünsel anlamda değil antropolojik anlamda da gerçekten bir kültürdür” ve aralarında kültüre mensubiyetlerinden dolayı “ortak tavırlar, ortak standartlar ve davranış modelleri, ortak yaklaşımlar ve varsayımlar” bulunan bilim insanlarının paylaştıkları bu ortaklıklar (kültür) “öbür zihinsel modelleri, örneğin din, siyaset ya da sınıf kaynaklı zihinsel modelleri çapraz keser” (Snow, 2010: 99). Snow’un 1959 yılında sadece işaret etmekle yetindiği sosyal bilimler, mevcut durumlarıyla iki kültüre dâhil değildirler. Özel olarak, bilimden tamamen bihaber olma tutumu ile karakterize olan geleneksel kültürün (edebi entelektüellerin kültürü) her an bilim-karşıtlığına dönüşme potansiyeli taşıyan yapısına dahil olmaları, sosyal bilimin kurucu-modeli ve ‘bilim-olma’ ideali gereği olanaksızdır. Sosyal bilimler, prototip disiplin olan fizikten bilgi kuramsal farklılıkları oranında bilim kültürüne de dahil olamamaktadırlar. “Bilimsel hissiyatın” önemli bir kısmını paylaşmakla beraber bilim kültürünün bir parçası da ol(a)mayan sosyologlar, “öldürseler bir araya gelmeyecekleri insanlarla aynı kültür çekmecesine yerleştirilmeyi ya da toplumsal umuda izin vermeyen bir iklimin yaratılmasına yardımcı oldukları savını reddettiklerini” ifade ederken bu bağlamda üçüncü bir kültürün varlığından söz etmek gerektiğini savunmuşlardır (Snow, 2010: 98).

‘İki Kültür’ kavramsallaştırmasının kullanıldığı Rede Konferansı’ndan dört yıl sonra, Snow, üçüncü kültüre açık bir gönderme yapar. Toplumsal tarih, sosyoloji, demografi, siyaset bilimi, iktisat, kamu yönetimi, psikoloji alanlarında çalışan ‘entelektüel kişilerin’ ürünü olarak gördüğü yeni bir yaklaşım, bir iç tutarlılığa sahip olmakla birlikte “karmaşık bir torba” gibi görünen çalışmalar bütününde yeni bir kültürün yükselişini temsil etmektedir. Yine de Snow’un 1960’lı yıllardaki tespitine göre, “bir üçüncü kültürün halihazırda var olduğundan söz etmek için henüz çok erken”dir. Ancak bu kültür “sırf kendi işini yapabilmek için bile olsa, bilimsel kültüre aşina olmak zorunda”dır (Snow, 2010: 169, 170). Snow’un temel tezine göre iki kültür arasındaki kutuplaşma hem tek tek insanlar hem de toplum için pratik, düşünsel ve yaratıcı bir kayıptır. Bununla birlikte, ikisi arasında bilgi kuramsal bir salınımdan kendisini kurtaramayan sosyal bilimler hem bilgi kuramsal temelsizlik sorunuyla hem de bu sorundan kaynaklanan akademideki kurumsal konumlarının gerisindeki kuramsal boşluk sorunuyla yüzleştikleri her seferde “kültürlerindeki huzursuzluğu” yeniden üretirler (Anlı, 2016).

Wittgenstein’ın ve Snow’un düşüncelerinden örülecek olan teorik çerçevenin uygulanacağı mevcut problem durumunu da şöyle tespit edebiliriz: Bugün insanların bilim kavrayışlarında bir kriz söz konusudur. Bu kriz doğrudan etkisini bilim ve teknoloji üzerine güncel politik krizlerde hissettirmekte, hatta doğrudan politik krizlerde yansımasını bulmaktadır. Politik kararlarda kitlelerin etki gücü arttıkça, bu krizin görünürlüğü de artmaktadır. Nükleer güç güvenli midir yoksa değil midir? Kolesterol damarları tıkamakta etken midir değil midir? Genetiği değiştirilmiş organizmalar gıda maddesi olarak güvenli midir değil midir? Küresel ısınma ‘gerçek’ midir değil midir?

Özellikle son konuda etkili politik aktörlerden birinin yaklaşımı bu krizin boyutunu tam olarak göstermektedir:

“Küresel ısınma konsepti, Çinliler tarafından ABD’deki imalatı rekabetçi olmayan bir hale getirmek için yaratılmıştır”.

“Teksas ve Louisiana’da kar yağıyor. Ülkede ve ülke dışında daha önce görülmemiş dondurucu soğuklar yaşanıyor. Küresel ısınma pahalı bir aldatmacadır”.

“Bize çok pahalıya gelen ‘küresel ısınma’ saçmalığı sona erdirilmelidir. Gezegenimiz donuyor, düşük hava sıcaklıkları kaydediliyor ve küresel ısınma bilim insanları buzun içine sıkışmış durumda”. (1)

Gerçekten “küresel ısınma bilim insanları” ve “diğer bilim insanları” diye bir ayrım var mı? Bu soruyu sormayı gerekli kılan toplum algısı (bilim imajı), bilim insanları arasındaki teorik çatışmaların ve uzlaşmazlıkların mevcut ve yaygın imajına uymamasının bir ürünüdür. Oysa genel olarak çatışan, uzlaşmayan tavsiyeler hayatın rutini içindedir. Buna karşın, bilim ve bilim insanları söz konusu olduğunda uzlaşamama ve karşılıklı şüphecilik bir problem olarak algılanmakta ve bu problemi bünyesinde taşıyan bilimin “en hakiki yol göstericiliği” sorgulanmaya başlamaktadır. Bu başlangıcın ulaşacağı radikal son ise bilimi reddetmek ya da onu politik bir komplo olarak görmektir. İstisnai olan bu radikal sonlara doğru yol alan girişimlerin büyük bir bölümü ise düşünsel olarak bu ‘son’a doğru yol alırken “bilimi sınırlarına çekme” hareketi olarak yan patikaya geçebilmektedirler. Bu önce ontolojik olarak ‘hakikat’i büyüterek bilimi ona ulaşamayacak epistemolojik sınırlarla tanımlamak ve ardından bilim sınırları içinde kaldığı sürece toplum için ‘iyidir’ gibi bir değer yargısıyla çerçeveyi tamamlama yoludur. Bu yolun göstergesi ise bilimin ne olduğunun değil ‘ne olmadığının’ sürekli altının çizilmesidir. Bunu yapanlar genelde iki kültürün bilime göreli en uzak uç noktasında konumlanmaktadırlar.

Bu noktada Wittgenstein’ın aile benzerliklerini epistemolojik bağlamda hipotetik bir perspektif olarak kabul edersek, bilim kültürü bağlamında şu söylenebilir: Aydınlar (entelektüeller), kendini bilim insanı kimliği üzerinden ya da bilimi öncelemek üzerinden kimliklendirenler arasında benzerlikler listesinin farklılıklar listesiyle karşılaştırıldığında minimumda bile olsa bir mevcudiyete sahip olması beklenir. Bu minimumu sağlayan temel, bilimin epistemolojik temelinden başka bir şey değildir. Kültür, epistemolojiyi de kapsamak üzere tam da bu listeye ilişkindir ve onun harcıdır. Acaba bu benzerlikler listesi, akademi camiasını bir ‘aile’ kılacak denli çok maddeli midir? Bir tarihçiyle bir kuramsal fizikçi aynı ailenin fertleri midirler? Bugünü ve geleceği (hatta tüm bir gezegenin geleceğini) ilgilendiren politikalar biçimlendirilirken kimin tavsiyesi dinlenmektedir, dinlenmelidir? Her bilim insanı, ‘bilim’den aynı şeyi mi anlamaktadır? Bu ve benzeri sorular göstermektedir ki, epistemolojinin gerçek problemleri vardır ve bunlar, “küresel ısınma” ve benzerleri gibi problemlerin çözümüne giden yolda bulunan ciddi, önemli ve ele alınması ivedi problemlerdir.

Kaynaklar:
Anlı, Ö.F. (2016). “Snow’un İki Kültürü, Sosyal Bilimler ve Huzursuzlukları”. FelsefeLogos, Sayı 60 2016/1, s. 159-180. İstanbul.
Snow, C. P. (2010). İki Kültür. Tuncay Birkan (çev.), 5. Baskı. Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
Wittgenstein, L. (2000). Felsefi Soruşturmalar. Deniz Kanıt (çev.). İstanbul: Küyerel Yayınları.

Dipnot:
(1) https://www.birgun.net/haber-detay/donald-trump-in-iklim-degisikligi-hakkinda-attigi-8-tweet-136250.html

Yazar: Ömer Faik Anlı

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
 


Paylaş

Ömer Faik Anlı

Felsefe alanında lisans ve lisansüstü eğitimlerini Ankara Üniversitesi’nde tamamladı. Yine aynı üniversitede Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak görev yaptı ve 2017 Kasım ayından itibaren artık Doçent unvanı ile çalışmalarını sürdürüyor. Araştırma ilgileri: epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir. Bu alanda bilimsel makaleleri yayınlanmış ve ayrıca Bilim Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü- başlıklı bir telif kitap kaleme almıştır.