Bireyin ortaya çıkışı ve özgürlük kavramı
Asıl konumuza -özgürlüğün çağdaş insan için ne anlama geldiği ve ondan neden ve nasıl kaçmaya çalıştığı sorusuna- geçmeden önce, gerçeklikten bir anlamda koparılmış gibi görünen bir kavramı tartışmalıyız. Kopuk görülmesine karşın, çağdaş toplumda özgürlüğün çözümlenmesinin anlaşılabilmesi için ele almak durumunda olduğumuz bir düşünce bu. Kavram derken, özgürlüğün insan varoluşunun belirleyici özelliklerini oluşturduğu, dahası, özgürlüğün anlamının, insanın kendisini bağımsız ve ayrı bir varlık olarak görmesi ve algılaması ölçüsünde değiştiği savından söz ediyorum.
İnsanın toplumsal tarihi, onun doğal dünyayla bir bütün olma durumundan çıkıp, kendisinin çevredeki doğa ve insanlardan ayrı bir varlık olduğunun farkına varmış duruma ulaşmasıyla başladı. Ancak bu farkındalık, tarihin uzun dönemleri boyunca çok belli belirsiz kalmıştır. Birey, doğaya ve içinden çıktığı toplumsal dünyaya çok sıkı bağlarla bağlı olmayı sürdürmüştür; abir varlık olarak kısmen kendisinin farkında olurken, aynı zamanda çevresindeki dünyanın da bir parçası olduğu duygusunu yaşamıştır. Bireyin başlangıçtaki bağlarından koparak gelişmesi süreci, “bireyleşme” diyebileceğimiz bu süreç, çağdaş tarihte Reform Çağı ile içinde bulunduğumuz dönem arasındaki yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmış gibi görünmektedir. Bir bireyin yaşam tarihinde de aynı süreç görülür. Çocuk, artık anasıyla birlikte bir tek olmadığı anda doğar ve anadan ayrı bir biyolojik varlık haline gelir. Bu biyolojik ayrılma, bireysel insan var oluşunun başlangıcıdır ama, gene de çocuk işlevsel olarak uzun bir süre anneyle birlikte tek bir varlık olarak kalır.
Birey, kendisini dış dünyaya bağlayan -simgesel- göbek bağından ne ölçüde kurtulmuşsa, o ölçüde özgürdür; ya da kurtulmadığı ölçüde özgürlükten yoksundur; ama bu bağlar ona güvenlik duygusu, bir ait olma, köklerinin bir yere bağlı olduğu duygusunu vermektedir. Bireyleşme sürecinin bireyin tamamen ortaya çıkışı sonucunu doğuran bu süreçten önce var olan bütün bu bağlara “ilk bağlar” adını vermek istiyorum. Bunlar, normal insan gelişmesinin bir parçası olmaları anlamında organik bağlardır; bireyselliğin yokluğunu belirtirler ama aynı zamanda bireye güvenlik ve çevre koşullarına alışma olanağı verirler. Çocuğu anasına, ilkel toplum üyesini klanına ve doğaya ya da ortaçağ insanım kiliseye ve toplumsal kastına bağlayan bağlardır bunlar. Tamamen bireyleşme evresine ulaşılıp da birey bu ilk bağlardan kurtulduğunda yeni bir görevle karşı karşıya gelir: kendisini dünyasının koşullarına uyarlamak, dünyada kök salmak ve bireysellik-öncesi var oluşundakilerden farklı yollardan güvenlik bulma görevleridir bunlar. Demek ki özgürlük, bu evrim aşamasına ulaşıldıktan önceki özgürlükten farklı bir anlam taşımaktadır. Şimdi burada durmak ve bu kavramları bireysel ve toplumsal gelişmeyle olan ilişkileri içinde daha somut bir şekilde tartışarak açıklığa kavuşturmak gerekiyor.
İnsanın, dölüt içi yaşamdan insansal varlığa geçişi şeklindeki ani değişiklik, ve göbek bağının kesilmesi, yavrunun, ananın bedeninden bağımsız hale gelmesinin başlangıcıdır. Ancak bu bağımsızlık yalnızca iki bedenin birbirinden ayrılması şeklindeki kaba anlamda gerçek bağımsızlıktır. İşlevsel anlamda bebek, ananın bir parçası olmayı sürdürür. Anne tarafından beslenir, taşınır, bakılır, her yaşamsal anlamda anneye bağlıdır. Yavaş yavaş çocuk annesine ve diğer nesnelere kendisinden ayrı varlıklar gözüyle bakmaya başlar. Bu süreçteki etmenlerden biri sinirbilimseldir (nörolojik) ve çocuğun genel fiziksel gelişmesi, nesneleri eliyle ve zihniyle kavrama ve onları kullanma yetisi sürecin gelişmesinde rol oynar. Bebek, kendi etkinlikleriyle kendi dışında bir dünyayı yaşar. Bireyleşme süreci, eğitimle hızlandırılır. Bu süreç, annenin rolünü, çocuğun istekleriyle çelişen farklı amaçlara sahip bir kişi rolüne ve çoğu kez, düşmansı ve tehlikeli bir kişi rolüne dönüştüren bir dizi baskı ve yasakları gerektirir. (1) Eğitim sürecinin girişiminin durdurulması, ana babadan yansıyan düşmanlık, kısacası – çocukta güçsüzlük duygusuyla ondan kaynaklanan düşmanlık duygusunu yaratan- baskı havasıdır.
Burada tam anlamıyla güdüsel sıkıntının düşmanlık yaratmayacağına işaret etmek gerekir. Düşmanlığı yaratan, taşkınlığın engellenmesi, çocuğun kendini ortaya koyma-elbette ki tamamı değil- bir parçası olan bu çelişki, “ben” ile “sen” arasındaki ayrımı keskinleştiren önemli bir etmendir.
Çocuğun bir başka kişiyi tanıması ve bir gülümsemeyle tepki gösterebilmesi için doğumdan sonra birkaç ay geçer, çocuğun kendisini evrenle karıştırmamayı Öğrenmesi içinse birkaç yıl gereklidir.(2) Çocuk o ana dek, çocuklara özgü garip bir benmerkezcilik-başkalarını, henüz kesin olarak gerçekten kendisinden ayrı varlıklar olarak algılamaması nedeniyle, başkalarına karşı sevecenlik ve ilgi de içeren bir benmerkezcilik sergiler. Gene aynı nedenle, bu ilk yıllarda çocuğun yetkeye yaslanışı da, daha sonraki yıllarda yetkeye yaslanıştan farklı anlam taşır. Ana baba, ya da yetkeyi simgeleyen kişiler, henüz köklü bir biçimde ayrı varlıklar olarak görülmemektedir, çocuğun evreninin bir parçasıdırlar, bu evrense, hâlâ çocuğun bir parçasıdır; dolayısıyla onlara boyun eğmek, iki bireyin gerçekten ayrı hale gelmesinden sonraki boyun eğme türünden farklı niteliktedir.
On yaşındaki bir çocuğun ansızın kendi bireyselliğinin farkına varması, R. Hughes tarafından A High Windin Jamaica (Jamaika Rüzgar) adlı yapıtta harikulade güzel betimlenmektedir: Derken hayli önemli bir olay yaşadı Emily. Ansızın kim olduğunu anladı. Bu olayın beş yıl önce olmuş olması, ya da hatta beş yıl sonra olmaması için, ya da özellikle o günün öğle sonrasında yaşanması için en küçük bir neden yoktu. Üzerine kapı tokmağı olarak koca bir kanca astığı bocurgatın arkasındaki kuytu köşede, halatların arasında evcilik oynuyordu; sonra oyundan bıktı, öylesine dolaşmaya başladı, arılarla periler kraliçesini düşünüyordu belli belirsiz; tam o sırada kendisinin Emily olduğu fikri doğdu kafasında. Apışıp kaldı, Emily denen kişinin görebildiği her yanma bakmaya başladı. Giysisinin görüş alanına giren bölümüyle incelemek üzere kaldırdığında görebildiği elleri dışında pek bir şey göremiyordu; ama kendisinin olduğunu ansızın kavradığı küçük bedeniyle ilgili aşağı yukarı bir fikir edinmesine yetiyordu bu kadarı.
Sevinç içinde değil de, alaylı alaylı gülmeye başladı. “Vay canına!” diye düşündü. “Demek benim de başıma gelecekmiş bu! Böyle kıskıvrak yakalanacakmışım demek! Artık kurtuluş yok, daha bir süre böyle kalacaksın Emily. Bu çılgın oyundan çıkıncaya dek çocukluğu, büyümeyi ve yaşlanmayı baştan sona yaşayacaksın.”
Bu son derece önemli olayı yaşamasını engelleyecek herhangi bir nedenden kaçarcasına direğin tepesindeki gözde tüneğine ulaşmak üzere ip merdiveni tırmanmaya başladı. Ne var ki, bu basit hareket sırasında kolunu ya da bacağını her kımıldatışında, bu organların ona son derece gönüllü bir şekilde boyun eğmesine yeniden şaşıyordu. Belleği ona bunların her zaman böyle davranmış olduğunu söylüyordu elbet; ama bu olgunun ne denli şaşırtıcı olduğunu daha önce hiç kavramamıştı. Tüneğine yerleştikten sonra ellerini örten deriyi müthiş bir dikkatle incelemeye baş/ad; çünkü bu onun teniydi. Giysisinin kolunu sıyırarak omuzlarından birini dışarı çıkardı; giysisinin altında devamının bulunduğundan emin olmak için içeriye bir göz attıktan sonra, omuzunu yanağına değdirdi. Yüzüyle omuzunun ılık çıplak tümseğinin birbirine dokunuşu, sanki sevecen bir dostunun okşayışıymış gibi, ona hoş bir heyecan veriyordu. Ama bu duygunun yanağından mı yoksa omuzundan mı geldiğini hangisinin okşayan, hangisinin okşanan olduğunu çıkarabilmesi olanaksızdı.
Bu şaşırtıcı olguya, yani şimdi artık Emily Bas-Thornton olduğuna (“şimdi” özcüğünü buraya neden eklediğini bilmiyordu, çünkü daha önce herhangi bir başkası olduğu, başkasının bedeninde bulunduğu yolunda saçma bir düşüncesi yoktu kuşkusuz) iyice inandıktan sonra bunun neler getireceğini ciddi ciddi düşünmeye başladı. Bir çocuk ne kadar büyürse, ilk bağları ne ölçüde koparılırsa, özgürlük ve bağımsızlık arayışı o kadar çok gelişir. Ancak bu arayışın varacağı noktayı tam olarak anlamak için, bu gelişen bireyleşme sürecindeki diyalektik niteliği kavramamız gerekmektedir. Bu sürecin iki yönü vardır. Bunlardan biri, çocuğun fiziksel, coşkusal ve zihinsel alanlarda giderek daha güçlü hale gelmesidir. Bu alanların her birinde yoğunluk ve etkinlik artar. Aynı zamanda bu alanlar, giderek birbirleriyle daha bütünleşmiş hale gelirler. Bireyin iradesinin ve mantığının yönettiği örgütlenmiş bir yapı gelişir. Bu örgütlenmiş ve bütünleşmiş kişilik bütününe benlik diyecek olursak, gelişen bireyleşme sürecinin bir yönünün, benlik gücünün gelişmesi olduğunu da söyleyebiliriz. Bireyleşmenin ve benliğin gelişmesinin sınırlan, kısmen bireysel koşullar tarafından, ama daha çok toplumsal koşullar tarafından belirlenir. Çünkü, bireyleşme ve benliğin gelişmesi konusunda bireyler arasındaki farkın büyük görünmesine karşın, her toplumun belirleyici özelliğini oluşturan belli bir bireyleşme düzeyi vardır ve normal bireyler bunun ötesine geçemezler.
Bireyleşme sürecinin diğer yönü, giderek artan yalnızlıktır. İlk bağlar, kişinin dışındaki dünyayla temel birliğini ve güvenlik duygusunu verir. Çocuk bu dünyadan ne ölçüde sıyrılıp çıkarsa, o ölçüde yalnız olduğunun ve başkalarından ayrı bir varlık olduğunun bilincine varır. Kişinin kendi bireysel var oluşuyla kıyaslandığında son derece güçlü ve yenilmez ve çoğu kez ürkütücü ve tehlikeli olan bu dünyadan ayrı olma bilinci, bir güçsüzlük ve kaygı duygusu yaratır. Kişi o dünyanın ayrılmaz bir parçası, bireysel olasılıkların ve sorumlulukların farkında olmayan bir parçası olduğu dönemde, ondan korkması gerekmiyordu. Ama birey haline gelince, tek başına kalmıştır ve dünyayı, bütün tehlikeli ve kendisini yöneten yönleriyle karşısında görmektedir.
Kişinin bireyselliğinden vazgeçmesi, kendisini tümüyle dışındaki dünyaya kaptırarak yalnızlık ve güçsüzlük duygusunu yenmesi yönünde dürtüler ortaya çıkar. Ancak bu dürtülerle bunlardan kaynaklanan yeni bağlar, gelişme süreci içinde koparılmış bulunan ilk bağlara benzememektedir. Bir çocuk asla anasının rahmine fiziksel olarak geri dönemeyeceği gibi, bireyleşme sürecini de ruhsal olarak tersine çeviremez. Bunu gerçekleştirme girişimi kaçınılmaz olarak boyun eğme özelliği geliştirir ve böyle bir durumda, yetki ile ona boyun eğen çocuk arasındaki temel çelişki hiçbir zaman giderilemez. Çocuk bilincinde kendini güvenli ve mutlu hissedebilir, ama bilinçaltında bu duyguların karşılığında ödediği bedelin, gücünden ve kendi benliğinin bütünselliğinden vazgeçme olduğunu kavrar. Dolayısıyla boyun eğmenin sonucu, amaçlananın tam tersi gerçekleşir; boyun eğme, çocuğun güvensizliğini arttırırken, düşmanlık ve baş kaldırma isteği yaratır; bu istek çocuğun bağımlı olmuş olduğu – ya da bağımlı hale geldiği- kişilerin ta kendilerine karşı yöneltildiğinden büsbütün tehlikelidir.
Ne var ki, boyun eğme, yalnızlık ve kaygıdan sakınmanın tek yolu değildir. Bunun diğer yolu ve üretken olanı, çözümlenmez bir çatışkıyla son bulmayacak olanı, insanlarla ve doğayla oluşturulan kendiliğinden ilişkidir; bireyin bireyselliğini yok etmeden onunla dünya arasında bağ kuran bir ilişkidir bu. En belirgin anlatımı sevgi ve üretken iş olan bu türden bir ilişkinin kökleri, kişilik bütününün gücünde ve bütünselliğinde bulunmaktadır ve işte bu yüzden de benliğin gelişmesi için var olan sınırlara uymak zorundadır.
Gelişen bireyleşmenin olası iki sonucu olarak boyun eğme ve kendiliğinden etkinlik sorunları, daha sonra ayrıntılı olarak tartışılacaktır; burada yalnızca genel ilkeye, bireyleşmenin gelişmesinin ve bireyin özgürlüğünün gelişmesinin sonucu olan diyalektik sürece işaret etmek istiyorum. Çocuk gelişmek ve kendi bireysel benliğini o benliği sınırlamakta olan eski bağlardan kurtulmuş şekliyle dile getirmek amacıyla daha özgür hale gelir. Ama çocuk aynı zamanda, ona güvenlik ve dayanak vermiş olan bir dünyadan daha fazla kopar. Bireyleşme süreci, gücün artmasıyla, kendi bireysel kişiliğinin bütünselliğinin gelişmesini gerektirir ama bu aynı zamanda başlangıçtaki başkalarıyla bir olma durumunun yitirildiği ve çocuğun onlardan giderek daha kopuk hale geldiği bir süreçtir. Bu artan kopma, terk edilmiş niteliği taşıyan ve yoğun bir kaygı ve güvensizlik duygusu yaratan bir soyutlanmayla da sonuçlanabilir; eğer çocuk dünyayla yeni ve farklı bir bağ kurma olgusunun gerekleri olan içsel gücü ve üretkenliği geliştirme yeteneğini göstermişse, başkalarıyla yepyeni bir yakınlık ve dayanışma niteliği gösteren bir konumda bulabilir kendini.
Eğer ayrılma, kopma ve bireyleşme yönünde atılan her adım, bunların karşılığı olan benliğin gelişmesi evreleriyle eşleşebilseydi, çocuğun gelişmesi çok uyumlu olurdu. Ama bu pek olmaz. Bireyleşme süreci otomatik olarak gerçekleşirken, benliğin gelişmesi, birçok bireysel ve toplumsal nedenlerden ötürü kösteklenir. Bu iki gidiş arasındaki boşluk, dayanılmaz bir soyutlanmışlık ve güçsüzlük duygusu yaratır ve bu da daha sonra kaçış mekanizmaları diye tanımlanacak olan ruhsal işleyişlerin oluşmasına yol açar.
İnsanın tarihi, soy gelişim açısından da bir bireyleşmenin gelişmesi ve özgürlüğün gelişmesi süreci olarak tanımlanabilir, insanoğlu, insan öncesi evreden çıkmak yolundaki ilk adımlan, zorlama içgüdülerden özgür olmak, onlardan kurtulmak yönünde atar. Eğer güdüyü, kalıtsal olarak alınmış sinirsel yapılarla belirlenen özgül bir edim kalıbı olarak düşünürsek, hayvanlar dünyasında da kesin çizgilerle bu eğilim gözlenebilir.(3) Bir hayvan, gelişme basamaklarının ne kadar altındaysa, doğaya uyarlanması ve güdüsel ve tepisel hareket mekanizmalarının denetlediği hareketleri de o kadar fazladır. Bazı ünlü böcek toplumsal örgütleri, baştan sona içgüdülerle yaratılmıştır. Öte yanda bir hayvan gelişme basamaklarının ne kadar yükseğindeyse, doğumdaki hareket kalıplan o kadar esnek, yapısal uyma bütünlüğü o kadar azdır. Bu gelişme insanda doruğuna ulaşır. İnsanoğlu doğumunda hayvanların en çaresizidir. Onun doğaya uyarlanması, temelde içgüdüsel saptamaya değil, öğrenme sürecine dayanır,“içgüdü … yüksek hayvan biçimlerinde, özellikle de insanda yok olmakta değilse de azalmakta olan bir kategoridir.”(4)
İnsan varoluşu, güdülerle hareket etme düşkünlüğünün bulunmama ölçüsü belli bir noktayı aştığında, doğaya uyarlanma artık zorlayıcı niteliğini yitirdiğinde ve davranış biçimleri artık kalıtsal olarak var olan mekanizmalar tarafından ayarlanmaz hale geldiğinde başlar. Başka şekilde söylemek gerekirse, insan Varoluşu ve özgürlüğü, daha baştan birbirinden ayrılmaz iki öğedir. Burada özgürlük, “bir şey yapma” şeklindeki olumlu anlamında değil, “bir şeyi yapmama”, yani edimlerin içgüdüsel düşkünlükler sonucu gerçekleşmemesi anlamında özgürlüktür.
Yukarda tartışılan anlamdaki özgürlük, iki anlamlı, belirsiz bir yetidir, insanoğlu, hayvanların sahip olduğu uygun edimde bulunma donanımıyla doğmamıştır;(5) ana-babasına her hayvandan daha uzun süre bağımlı kalır, çevresine olan tepkileri, otomatik olarak düzenlenen içgüdüsel etkinliklerden daha yavaş ve daha az etkilidir.
IV. Bölüm
Bu içgüdüsel donanım yokluğunun getireceği her tehlike ve korkuyu yaşar. Öte yanda insanoğlunun bu çaresizliği, insan gelişmesinin kaynaklandığı temeli oluşturur; insanın biyolojik zayıflığı, insan kültürünün koşuludur.
İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından başlayarak, farklı etkinlik yollar arasında seçme yapma durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Hayvanda, örneğin açlık gibi bir uyaranla başlayıp az çok kesin olarak belirlenmiş etkinlik yoluyla son bulan kesintisiz bir tepkiler zinciri vardır, insanda, bu zincir kesintiye uğrar. Uyaran vardır, ama ne şekilde doyuma ulaşılacağı sorusu yanıt beklemektedir, yani insan, farklı edim yollarından birini seçmek durumundadır, insan, önceden belirlenmiş içgüdüsel bir edimi gerçekleştirmek yerine, zihninde olası edim biçimlerini tartmak zorundadır; böylece düşünmeye başlar. Doğa karşısındaki rolünü değiştirir, tümüyle edilgen uyarlanmadan, etkin uyarlanmaya geçer: üretmeye başlar. Aletler icat eder; bu şekilde doğaya egemen olurken, kendisini ondan giderek daha fazla ayırır. Kendisinin -daha doğrusu kendi kümesinin- doğayla aynı olmadığının belli belirsiz farkına varır. Birden yazgısının çok trajik olduğunu kavrar: hem doğanın bir parçası olarak kalacak, hem de onu aşacaktır. Çeşit çeşit düşlemler içinde bunu yadsımaya çalışsa bile, önünde sonunda ölümle karşılaşacağının farkına varır.
Kutsal Kitap’ta insanın cennetten kovuluşunu betimleyen söylence, insanla özgürlük arasındaki temel ilişkinin çok etkileyici anlatımlarından birini oluşturmaktadır.
Söylence, insan tarihinin başlangıcını, bir seçme edimiyle özdeşleştirmekte, ama bu ilk özgürlük ediminin günah işlemek olduğunu ve bunun sonucunda çekilen acıyı ön plâna çıkarmaktadır. Erkekle kadın, cennette, doğayla ve birbirleriyle tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar. Huzur içindedirler, çalışma zorunluluğu yoktur; seçenek yoktur, özgürlük de, düşünme de yoktur, insanın “iyilik ve kötülük bilgisi ağacı”nın meyvasını yemesi yasaklanmıştır. Tanrının buyruğuna karşı bir edimde bulunur, onu aşmaksızın parçası olduğu doğayla olan uyumunu bozar. Yetkeyi temsil eden Kilise açısından bu aslında günahtır. Ama insan açısından, bu, insanoğlunun özgürlüğünün başlangıcıdır.
Tanrının buyruklarına karşı hareket etmek, kendini baskıdan kurtarmak, insan-öncesi yaşamın bilinçsiz var oluşundan sıyrılıp insan düzeyine çıkmaktır. Yetkenin buyruğuna karşı davranışta bulunmak, bir günah işlemek, insan açısından olumlu yönüyle, ilk özgürlük hareketi, yani, ilk insansal harekettir. Söylencede günah, bilgi ağacından meyva yemek şeklinde yansımaktadır. Bir özgürlük edimi olarak karşı gelme ise usun başlangıcıdır. Söylencede, ilk özgürlük ediminin diğer sonuçlarından da söz edilmektedir, insanla doğa arasında başlangıçta var olan özgün uyum bozulmuştur. Tanrı kadınla erkek arasında, ve doğayla da insan arasında savaş ilân etmiştir, insan doğadan ayrılmış, bir “birey” haline gelmekle insan olma yolunda ilk adım atılmıştır, insan, ilk özgürlük edimini gerçekleştirmiştir (bu suçu işlemiştir). Söylencede, bu edimin sonucu olan acı vurgulanmaktadır. Doğayı aşmak, doğadan ve bir başka insandan yabancılaşmak, insanı çırılçıplak, utançlı hale getirmiştir. Yalnız ve özgür, ama güçsüz ve korkuludur. Yeni kazanılmış özgürlük* bir lanet olarak görülür; tatlı cennet bağlarını çözme özgürlüğünü elde etmiştir, ama kendini yönetme, kendi bireyselliğini gerçekleştirme özgürlüğüne sahip değildir.
Bir şeyi “yapmama” özgürlüğü, olumlu özgürlükle, “yapma” özgürlüğüyle aynı değildir,
İnsanın doğadan sıyrılıp çıkışı, çok uzun bir süreç gerektirmiştir; insan, büyük ölçüde, içinden çıktığı dünyaya bağlı kalır; doğanın -üzerinde yaşadığı toprağın, güneşin, ayın ve yıldızların, ağaçların, çiçeklerin, hayvanların ve de kan bağıyla bağlı olduğu insanlar kümesinin- bir parçası olmayı sürdürür, ilkel dinler, insanın doğayla bir olduğu duygusunun tanıklığını yapmaktadır. Canlı doğa da, cansız doğa da onun insan dünyasının parçalandır, ya da şöyle de denebilir: insan hâlâ doğal dünyanın parçasıdır.
İlk bağlar insanın eksiksiz insansal gelişmesini köstekler; usunun ve eleştirel yetilerinin gelişmesi önündeki yolu tıkarlar; kendisini ve başkalarını, birer insan olarak değil de, yalnız ve yalnız kendisinin, ya da başkalarının, bir klana, bir toplumsal ya da dinsel topluluğa katılmaları çerçevesinde tanımasına olanak verirler; başka deyişle, özgür, kendi geleceğini kendi tayin eden, üretken bir birey olarak gelişme yolunu tıkarlar. Bu, doğayla özdeşleşmenin bir yönüdür gerçi ama bir başka yönü daha vardır.
Doğayla, klanla, dinle bu özdeşlik, bireye güvenlik duygusu verir, içinde kesinlikle bir yeri olan, oluşması tamamlanmış bir bütünün içinde kök salmıştır, bu bütüne aittir. Açlık çekebilir, baskı alünda bulunabilir, ama acıların en kötüsünü, -tümden yalnızlık ve kuşku duygularını- yaşamaz.
İnsan özgürlüğünün gelişmesi sürecinin, bireyin gelişmesi sürecinde dikkatimizi çeken diyalektik niteliği taşıdığını görüyoruz burda. Bir yanda, gücün artması, bütünleşmenin gelişmesi, doğaya egemen olma, insan usunun gücünün artması, ve diğer insanlarla dayanışmanın gelişmesi sürecidir bu. Ama diğer taraftan, bu artmakta olan bireyleşme, soyutlanmanın, güvensizliğin ve dolayısıyla kişinin evrendeki rolü konusundaki, yaşamının anlamı konusundaki kuşkularının, ve bütün bunlarla birlikte, kişinin kendi güçsüzlüğü ve bir birey olarak önemsizliği duygusunun artması anlamına gelmektedir.
İnsanoğlunun gelişme süreci uyumlu olsaydı, belli bir taslağa göre gelişseydi, gelişmenin her iki yönü de -gücün gelişmesi de, bireyleşmenin gelişmesi de- tam tamına dengeli olacaktı. Ama insanoğlunun tarihi, bir çatışkılar, savaşımlar ve didişmeler tarihidir. Bireyleşmenin gelişmesi yönünde atılan her adım, insanların karşısına yeni güvensizlikler çıkarır. Sakatlanmış olan ilk bağlar, onarılamaz, cennet bir kez yitirildi mi, insan ona dönemez. Bireyleşmiş insanın dünyayla ilişkisinin gerçekleşmesi için olası tek bir çözüm, üretken tek bir çözüm vardır: onu ilk bağlarıyla değil, özgür ve bağımsız bir birey olarak dünyayla birleştiren kendiliğinden etkinliği gerçekleştirmek, sevmek, çalışmak, ve bütün insanlarla etkin bir dayanışma içinde olmak.
Bununla birlikte, insanın bireyleşmesi sürecinin tümünün dayandığı ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullar, az önce söz edilen anlamdaki bir bireyselliğin gerçekleşmesi için gerekli tabanı oluşturmuyorsa, ve aynı zamanda insanlar kendilerine güvenlik veren o bağlan yitirmiş bulunuyorsa, bu boşluk, özgürlüğü çekilmez bir yük haline getirir. Bu durumda özgürlük, kuşkudan farksızdır, yaşam anlamsız ve yönsüzdür. Bu türden bir özgürlükten kaçmak ve bireye -onu özgürlüğünden yoksun bırakması pahasına- kuşkularından, belirsizlik duygusundan kurtulma umudu veren bir dünyayla ve insanlarla şöyle ya da böyle bir ilişki kurmaya ya da boyun eğmeye sığınmak durumunu yaratan güçlü eğilimler ortaya çıkar.
Avrupa ve Amerikan tarihi, ortaçağların sonundan bu yana, bireyin tam olarak ortaya çıkışının tarihidir. Bu, İtalya’da, Rönesans sırasında başlayan ve daha ancak şimdi amacına ulaşmış gibi görünen bir süreçtir. Ortaçağ dünyasını yıkmak ve insanları varlığı en belirgin kısıtlamalardan kurtarmak dört yüz yıldan fazla bir zaman almıştır. Ancak birey, pek çok alanda gelişirken, zihinsel ve duygusal olarak da gelişmiştir; şimdi, eskiden akla hayale gelmedik ölçüde kültürel basanlara katkıda -bulunmaktadır ve elbet, “yapma özgürlüğü” ile“yapmama özgürlüğü” arasındaki uçurum da büyümüştür. Herhangi bir bağla bağlı“olmama” özgürlüğü ile özgürlüğün ve bireyselliğin olumlu anlamda gerçekleştirilmesi olasılıklarının bulunmayışı arasındaki bu oransızlığın sonuçlan, Avrupa’da, müthiş bir korku içinde özgürlükten kaçışa ve yeni bağlara ya da en azından tümüyle umursamasız bir tutuma sığınmaya yol açmıştır.
Çağdaş insan için özgürlüğün ne anlama geldiği konusundaki incelememize, ortaçağlarda ve yakınçağın başlangıcında Avrupa’daki kültürel görünümü çözümlemekle başlayacağız. Bu dönemde Batı toplumunun ekonomik tabanı, insanın kişilik yapısında aynı ölçüde köklü bir değişikliği de beraberinde getiren büyük değişikliklere uğradı. O dönemde, en önemli ideolojik anlatımını Reformasyon’un yeni dinsel öğretilerinde bulan yeni bir özgürlük kavramı gelişti. Çağdaş toplumda özgürlük kavramı ele alınırken, modern kültürün temellerinin atıldığı dönemle işe başlamak gerekir, çünkü çağdaş insanın bu oluşma evresi çağdaş kültürün gelişme evreleri boyunca işlerlik gösteren o çift anlamlı, belirsiz özgürlüğü tanımamıza, daha sonraki hiçbir çağda olmadığı kadar açık bir şekilde izin vermektedir: bir yanda insanın dış yetkelerden giderek daha bağımsız hale gelmesi, öte yandan giderek artan soyutlanma ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan bireysel önemsizlik ve güçsüzlük duygusu, insanın kişilik yapısındaki yeni öğeleri, onların kökenlerini inceleyerek daha derinden anlayabildik, çünkü kapitalizmin ve bireyciliğin temel özelliklerini tam ortaya çıkış nedenleriyle çözümlemekle, bunları bizimkinden temelde çok farklı bir ekonomik sistemle ve farklı bir kişilik tipiyle karşılaştırma olanağına kavuştuk.
Bu zıtlık, çağdaş toplumsal dizgenin özelliklerinin anlaşılmasında, o toplumun içinde yaşayan insanların kişilik yapısını nasıl biçimlendirdiğinin ve kişilikteki bu değişmenin sonucu olarak ortaya çıkan yeni ruhun anlaşılmasında bize daha iyi bir bakış açısı kazandırdı.
Bundan sonraki bölüm de, Reformasyon döneminin çağdaş görünüme, ilk bakışta sanıldığından daha fazla benzediğini anlatacaktır; aslında, iki dönem arasındaki açık farklılıklara karşın, belki de on altıncı yüzyıldan bu yana, özgürlüğün ikili anlamı konusunda, bizimkine bu kadar yakından benzeyen başka bir dönem yoktur. Reformasyon, insan özgürlüğü fikriyle, çağdaş demokraside ortaya konulduğu şekliyle özerkliğin köklerinden biridir. Ancak bu yön özellikle Katolik olmayan ülkelerde her zaman vurgulanmakla birlikte, diğer yön -insan doğasının kötücüllüğü, bireyin önemsizliği ve güçsüzlüğü ve de bireyin, kendi dışında bir yetkeye boyun eğmesi gereğini öne çıkaran yönü- her zaman için ihmal edilmiştir. Bu bireyin değersizliği fikri, onun temelde kendi gücüne güvenme yetisinden yoksun oluşu, Hitler’in ideolojisinin de ana temasıdır; ancak bu ideolojide, Protestancılığın doğasında bulunan özgürlük ve ahlaksal ilkeler öne çıkarılmamıştır.
15. ve 16. yüzyıllar üzerine yapılacak bir incelemenin, içinde bulunduğumuz durumun anlaşılması için özellikle verimli bir başlangıç noktası oluşturmasının nedeni, yalnızca bu ideolojik benzerlik değildir. Toplumsal durumda da büyük bir benzerlik vardır. Bu benzerliğin, ideolojik ve psikolojik benzerliği nasıl doğurduğunu göstermeye çalışacağım. O dönemde, şimdi olduğu gibi nüfusun büyük bir çoğunluğu, geleneksel yaşam biçimlerinin, ekonomik ve toplumsal düzendeki köklü değişikliklerle bozulacağı korkusunu yaşıyordu. Özellikle de orta sınıf, bugün olduğu gibi tekellerin gücünün ve sermayenin üstün gücünün tehdidi altındaydı ve bu tehdit, bireyin yalnızlık ve önemsizlik duygularını körüklemekle, toplumun tehdit edilen kesiminin ruhsal durumunu ve ideolojisini, büyük ölçüde etkiliyordu.
(1) Burada içgüdüsel engellemenin kendi içinde düşmanlık yaratmadığına dikkati çekmek gerek. Çocukta güçsüzlük ve bu duygudan kaynaklanan düşmanlığı yaratan şey, taşkınlığın engellenmesi, çocuğun kendini ortaya koyma girişiminin çökertilmesi, anne-babadan çevreye yayılan düşmanlıktır; kısaca baskı ortamıdır.(2) Jean Piaget, The Moral Judgement of the Child (Çocukta Törel Yargı), Kegan Paul, Londra, 1932, s. 407. Bkz. H. S. Sullivan, a.g.y., s. 10 dipnot.
(3) Bu içgüdü kavramı, kendi içlerinde sabit ve kalıtsal olarak belirlenmiş yollarla doyurulmayan (açlık ve susuzluk gibi) fizyolojik olarak koşullanmış bir içgüdü ile karıştırılmamalıdır.
(4) L. Bernard, Instinct (içgüdü). Holt and Co., New York, 1924, s. 509.(5) Bkz. Ralph Linton The Study of Man (insanın İncelenmesi), D. Appleton-Century Company, New York, 1936,
Özgürlükten Kaçış
Erich Fromm
Çeviren: Şemsa Yeğin
Bu yazı İnsan Okur’un internet sitesinden alınmıştır.