• 19 Temmuz 2017
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Adrienne Rich, 1975 yılında ilişkilerin gerçekleri nasıl rafine ettiği üzerine olan keskin fikirlerini açıklarken şöyle yazmıştı: “İki insanın “aşk” kelimesini kullanma hakkına sahip oldukları muteber insan ilişkisi hassas, şiddetli, genellikle her iki taraf için dehşet verici bir süreçtir. Birbirlerine söyleyebilecekleri gerçekleri rafine ettikleri bir süreç…” Gerçeklerimizin taşıyıcısı sözlerimiz olsa da ana kucağı eylemdir. Yeryüzünde gezip dolaşırken aslında kim ve ne olduğumuza ilişkin gerçeği hayata geçiririz. Bu tam da Anna Deavere Smith‘in genç sanatçılara öğüt verirken dile getirdiği düşüncelerdir: “Son tahlilde olmak istediğiniz şeyi şimdi olun ve her zaman eylemlerinizde hatta sıradan eylemlerinizde ona dönüşün.”

Konuşma ile eylem arasındaki vazgeçilmez ilişki Hannah Arendt‘in (Ekim 14, 1906–Aralık 4, 1975) İnsanlık Durumu adlı kitabında incelediği konudur. 1958 tarihli oldukça tesirli bu kitap, bize Hannah Arendt’in sanatın ve bilimin hayata ışık tutmadaki temel farklılıklarının ne olduğu konusundaki fikirlerini sunar.

Arendt, konuşma ve eylemin ikili kökeni üzerine şöyle der:

“Gerek eylemin gerekse konuşmanın temel koşulu olan insani çoğulluğun, eşitlik ve farklılık gibi ikili bir niteliği vardır. Eğer insanlar eşit olmasalardı ne birbirlerini ve kendilerinden öncekileri anlayabilir, ne de geleceği planlayabilir ve kendilerinden sonrakilerin ihtiyaçlarını öngörebilirlerdi. Eğer insanlar birbirlerinden kim oldukları bakımından farklılık göstermeselerdi, kendilerini anlaşılır kılmak için ne konuşmalarına ne de eylemde bulunmalarına gerek olurdu” [2].

“O” zamirinin genel bir zamir olarak Ursula K. Le Guin tarafından cinsiyetsizleştirilmesinden neredeyse yarım yüzyıl kadar önce yaşamış ve yazmış olan Arendt’in “adam” ifadesinin insanlığın tamamını temsil ettiğini dikkate almak faydalı olacaktır. Arendt, aslında genel olan ile biricik olan arasındaki tamamlayıcı ilişkiyi inceler. İnsani farklılık ile ötekilik arasındaki ayrımı dikkate alarak şöyle yazar:

“Ötekiliğin çoğulluğun önemli bir veçhesini oluşturduğu doğrudur; bütün tanımlarımızın ayrım koymalar olmasının, onu başka bir şeyden ayırmadan bir şeyin ne olduğunu söyleyemememizin nedenidir o. Ötekilik, en soyut haliyle yalnızca inorganik nesnelerin saltık çokluğunda bulunur; oysa bütün organik yaşam aynı türün mensupları arasında bile zaten çeşitlilik ve farklılık arz eder. Ama bu farklılığını ifade edebilecek ve kendi farklılığını ortaya koyacak olan sadece insandır; sadece insan -açlık ya da susuzluk, muhabbet ya da husumet ya da kuşku gibi- herhangi bir şeyi ifade etmekle kalmayıp, kendinden de söz edebilir. İnsanın, olan her şeyle paylaştığı ötekilik ile (sadece) canlı olan şeylerle paylaştığı farklılık, onu benzersiz kılar ve (bu) benzersiz varlıkların çoğulluğu paradoksal olarak, insani çoğulluğu oluşturur.

Konuşma ile eylem, bu benzersiz farklılığı ortaya serer. Bu yolla insanlar basitçe farklı olmak yerine, farklılıklarını açık seçik hale getirirler; insanların birbirlerinin karşısına salt fiziksel nesneler olarak değil ama insan sıfatıyla çıkma halleridir bunlar. Yalın bedeni varoluştan farklı olan bu tezahür inisiyatife, ama açığa çıkarmaktan, göstermekten geri durulması halinde insaniliğini sürdüremeyecek bir inisiyatife dayanır” [3].

Kendimizi inşa ve yeniden inşa ettiğimiz üstün mekanizmalarımız sadece konuşma ve eylemin karşılıklı etkileşimi değildir. Bununla birlikte Arendt, kendimizi inşa ederken aslında içinde yaşamak istediğimiz dünyayı da inşa ettiğimizi iddia eder.

“Kendimizi insani dünyaya söz ve edimle sokarız ve bu dahil oluş ikinci bir doğuş gibidir; orijinal fiziki endamımızın çıplak gerçeğini olumlar ve üstleniriz. Bu dahil oluş ne çalışmada olduğu gibi zorunluluğun dayattığı bir mecburiyetten ötürüdür ne de işte olduğu gibi faydadan doğar. Dostluk etmek isteyeceğimiz birilerinin varlığı bir uyarıcı olabilir burada, ama asla onlarca koşullanmış da değildir; o, itkisini, bu dünyaya doğarak yaptığımız ve kendi inisiyatifimizle herhangi bir şeye karşılık vererek yaptığımız başlangıçtan alır. En genel an-lamıyla eylemek; inisiyatif almak, başlamak (Yunanca “başlamak”; “önayak olmak” ve nihayet “hakim olmak” anlamına gelen archein kelimesinde olduğu gibi), (Latince agere’nin orijinal anlamı olan) bir şeyleri harekete geçirmek demektir” [4].

Eylem bu sebeple en iyimser ve mucizevi meziyetimizdir. O, tek başına öncesinde var olmayan bir şeyi meydana getirebilir. O, yaratmanın üstün kuvvetidir.

“Yeni bir şeyin başlamakta oluşu, başlangıcın doğasından ileri gelir; öyle ki ondan, daha önce olmuş hiçbir şey beklenemez. Beklenilmez olanda bulunan bu ürkütücü yan, bütün başlangıçlara ve bütün ilklere içkin bir niteliktir. Yeni (olan) her zaman, pratik, gündelik hedeflerin nokta-i nazarından kesinlik arz eden istatistik yasalara ve olasılıklara hayret verici bir tuhaflık olarak görünür; o nedenle, yeni, daima bir mucize kılığında ortaya çıkar. İnsanın eyleyebilir olması, ondan beklenmedik olanın beklenebilir olması, sonsuz olasılıklardan birini gerçekleştirebilir olması demektir” [5].

Konuşmanın eylemin ödlekçe yokluğu anlamına geldiğine dair yaygın kanaatin aksine konuşma olmaksızın eylem gerçekleşemez. Bunun da ötesinde Arendt’e göre her ikisinin birleşimi yoluyla kendimizi başkalarına ve kendimize gösteririz.

“Başka hiçbir insani icraat, konuşmaya duyduğu ihtiyaç bakımından eylemle boş ölçüşemez. Diğer bütün icraatlarda konuşmak, bir iletişim aracı olarak veya sessizlik içinde de yapılabilecek bir şeyin basit bir eşlikçisi olmak gibi, tali bir rol oynar.

(…)

İnsanlar eylemde bulunarak ve konuşarak kim olduklarını gösterir, benzersiz kişisel kimliklerini etkin bir biçimde ortaya koyarlar ve bu sayede insani dünyada boy gösterirler… Kişinin “ne” olduğunun -gözler önüne serebileceği veya gizleyebileceği özellikleri, yetenekleri, istidadı ve kusurları- aksine “kim” olduğundaki bu dışavurucu yan, söylediği ve yaptığı her şeyde zımnen yer alır. (“Kim”i) yalnızca tam bir suskunluk ve kararlı bir edilgenlik halinde gizlemek / saklamak mümkündür; öte yandan (“kim”in) ifşasına, sanki sahip olunan ve kullanılabilen niteliklerle aynı şekilde bu “kim”e de sahip olunabilirmiş ve kullanılabilirmiş gibi, iradi olarak, amaçlanarak varılamaz. Tersine, Yunan dininde her insana yaşamı boyunca eşlik eden, hep omuzundan geriye bakan, o yüzden sadece karşıdakinin görebileceği daimon gibi, başkalarına açık seçik görünen “kim”in, kişinin kendisinden saklı/gizli kalması çok daha muhtemeldir” [6].

Nobel ödüllü şair ve filozof Tagore‘un savına benzer şekilde Arendt, şu düşünceleri ileri sürer:

“Konuşma ve eylemin bu ifşa edici niteliği insanlar ne onlara karşı ne de onlar adına değil, başkaları ile birlikte olduklarında gün yüzüne çıkar -yani salt insani biraradalık durumunda. Kişi kendini edimle ya da sözüyle dışlaştırdığında ortaya (bir şeyler) sermekte olduğunu kimse bilmese de, açığa çıkma tehlikesini göze almalıdır.

(…)

Fail eylemde ifşa olmazsa, eylem kendine mahsus özelliğini kaybeder ve başkalarının karşısında bir başarı biçimi halini alır. Bu durumda, bir amaca araç olmak bakımından aslında bir nesne üretmenin aracı olan yapmadan aşağı kalır bir yanı kalmaz. İnsani biraradalık yitirildiğinde, yani örneğin insanların kendi tuttukları taraf için ve düşmana karşı belli amaçları gerçekleştirmek üzere eyleme geçtikleri ve şiddet araçlarını kullandıkları modern savaşlarda olduğu gibi, insanların başka insanlar için ya da onlara karşı olduğu hallerde, durum budur. Elbette her zaman varolagelmiş bu gibi durumlarda konuşma, gerçekte de “salt konuşma” haline, (yani) ister düşman aldatmaya isterse propagandayla insanların kafalarını bulandırmaya hizmet etsin, bir kere daha basitçe amaca yönelik bir araç haline gelir. Burada kelimeler hiçbir şey ortaya sermez, ifşa edene edimin kendisinden gelir ve bu başarı, diğer bütün başarılar gibi “kim”i, failin benzersiz ve farklı kimliğini dışlaştıramaz” [7].

Amelie Rorty’nin kişiliğin yedi düzeyi sınıflandırmasını akla getirecek şekilde Arendt, bizi durağan kişiliklerden değişimin dinamik failine sevk edenin eylem olduğunu söyler ve bu failin büyük potansiyelini düşünür.

“En sınırlı koşullardaki en küçük eylem bile sınırsızlığın tohumunu taşır, zira bir edim, kimi zaman bir kelime, bütün bir kümelenişi değiştirmeye yeter” [8].

Rebecca Solnit, benzer bir düşünceyi yarım yüzyıl sonra oldukça tesirli Hope in the Dark isimli kitabında dile getirir: “Umudun zemini gölgelerin ardında, kimseler bakmıyorken dünyayı biçimlendiren insanlarda, herhangi bir etkilerinin olup olmayacağını bilmeyen insanlarda…” Arendt, bu bağlamda insanlık tarihinin görkemli entelektüel ve politik devrimlerini incelemeye alır.

“Şimdiye dek kamuoyunca toplumun en az pratik ve en az siyasi fertleri oldukları varsayılmış bu kişilerin, hala nasıl eyleyeceğini ve birlikte, uyum halinde nasıl eyleyeceğini bilen geriye kalan son kişiler olduklarının anlaşılmasında ironik bir yan da yok değil. Çünkü 17. yüzyılda doğayı fethetmek üzere kurdukları ve kendi ahlaki ölçütleriyle kendi onur kodlarını içinde geliştirdikleri ilk örgütlenmeleri sadece modern çağın bütün badirelerinden geçmekle kalmamış, bütün tarihte en bariz güç üreten/yaratan gruplardan biri haline gelmişlerdir” [9].

Notlar
[1] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 279.
[2] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 258.
[3] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 258-259.
[4] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 259-260.
[5] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 261.
[6] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 262-263.
[7] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 263-264.
[8] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 279.
[9] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 458-459.


Yazar: Maria Popova

Çeviren: Mehmet Başoğlu
Kaynak: Brain Pickings 

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com