Üç Renk: Mavi, Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski tarafından çekilen Üç Renk üçlemesinin ilk filmidir. Üçleme, Fransa bayrağındaki üç renk (mavi-kırmızı-beyaz) ve bu renklerin temsil ettiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini konu alarak çekilmiştir. Mavi, ismini aldığı rengin Fransız hamiyetindeki anlamı olan hürlüğü konu alır. Baş karakter Julie’nin filmin sonunda ulaştığı duygusal hürlük, onu toplumdaki “normalliğin” hakimiyeti altına alacak ve böylece onu tepkisizliğin “yükünden” muaf kılacaktır.
Kieslowski, bir trafik kazasında eşi Sandrine ve kızı Anna’yı kaybeden Julie’nin geçmişe dair her şeyi “temizleyerek” özgürlüğünü kazanmaya çalışmasını fakat tam tersine geçmişiyle kurguladığı yeni hayatını yakın çekimler ve karakterin zihnindeki geçmişi dışa vuran mavi imge ve ışıklarla izleyiciye aktarıyor. Bizi baş karakter ve onun psikolojisiyle baş başa bırakarak Julie’nin topluma entegre oluşuna giden yolu ve geçirdiği değişimlere şahit olmamızı sağlıyor. Böylece, toplum kurallarının uygulayıcıları olarak biz seyirciler de Julie’nin bu kurallara olan meydan okuyuculuğunun yerini ‘normalleşerek’ aramıza karışıp kendini “sevgi”ye bırakışını memnuniyetle izliyoruz.
Fransız psikanalist Jacques Lacan’a göre yenidoğanın kültürel bir özne (burada “öz” (self) kelimesi yerine “özne” (subject) kelimesini kullanmasına dikkat etmek gerekir) haline gelme durumunu anlatmak için üç önemli kavramdan bahsetmiştir. Bunlar sırasıyla; Gerçek, İmgesel ve Simgesel‘dir.
Lacan’a göre “gerçeklik” insan yaratısıdır; fakat onun gerçek diye nitelendirdiği evre, dilin yani kültürün ötesinde ve insanlığın erişemeyeceği bir varoluştur. Burada varoluş en saf haldedir. Geçirdiği trafik kazası sonrasında metaforik anlamıyla ‘yeniden doğan’ Julie, baygın halde kaldığı süre zarfında gerçeğe en yakın yerdedir. Burada zihni, dünyevi olandan kopup saf varoluşa yakındır. Tıpkı annesinin karnında olduğu gibi. Nitekim, Julie yaşadığı birkaç yıkıcı olayın ardından mavi bir havuza girecek ve tıpkı ana rahminde olduğu gibi suyun saflığına sığınacaktır.
Gerçek evresinden sonra gelen İmgesel evre ise hayatı devam ettirmeyi sağlayan isteklerin ve anlamsız yansımaların dünyasıdır. Julie’nin gözünden yansıyan doktorun görüntüsü, portatif bir televizyonun ekranındaki cenaze görüntüsü ve Julie’nin intihar edip gerçeğe geri dönmek isterken egosunun buna müsaade etmeyişinin aynadaki yansıması… Bu sahneler, tıpkı Lacan’ın teorisindeki gibi, bize Julie’nin egosunun yeniden oluşumunu ve kendini dışarıdaki dünyadan yabancılaştırmaya başladığını göstermektedir.
Filmde bu süreç fazla uzun sürmez. Zira, kazadan önceki yaşamından kurtularak egosunu yeniden inşa etmeye çalışan Julie’nin peşini geçmişi bırakmaz. Mavi renginin anlamlandırılması bu aşamalarda başlıyor. Filmin dilini çözmemizle birlikte yani filmdeki imgelere filmdeki zamanın geçmişinden gelen anlamlar yüklemeye başlıyoruz ve mavi imgelerin geçmişle ilintili ya da doğrudan geçmişin parçaları olduğunu çözüyoruz. O halde kültürün materyallerini biriktirdiği bu zaman parçası filmin “dilinin” seyirciye aktarılması açısından büyük bir önem taşıdığını söyleyebiliriz.
Bu kadar önem taşıyan geçmişten kurtulmanın ne Julie için ne de seyirci için mümkün olduğu söylenemez. Çünkü seyirci de başkarakter ile birlikte çoktan Simgesel’e girmiştir. Lacan’a göre Simgesel Düzen, dilin, kültürün ve yasanın alanıdır. Bu dönemde çocuk dili kullanmayı öğrenerek babanın yasasının kontrolü altına girer. Çocuk, her gösteren için bir gösterilen olduğunu öğrenir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: gösterilenin kalıcı yokluğu ve insan özne ile gösterenin her daim dilin yasalarına (erkek figüre, babaya) bağlı olması.
Filmin kendi gerçekliği içinde Julie’nin babası hakkında hiçbir bilgi verilmiyor. Burada gösteren ve gösterileni, yani filmdeki dili kontrol edebilecek fallik gücü temsil eden tek figür Julie’nin eşi Patrice’dir. Nitekim Patrice, hem geçmişin imgelerinin hem de Julie’nin kafasındaki müziğin sahibidir. Hatta Olivier bile Patrice’in arkadaşı olduğu için varlığı onun aracılığıyla sağlanmıştır.
Julie kendisine yeni bir ev tutar fakat oraya da “babanın yasası”ndan bir parça götürür: Mavi avize. Julie’yi yeni dairesinde gördüğümüzde çalan parça, filmde bu andan önce çalanların aksine yükselip alçalan bir parça değildir, alçakta seyreder; tıpkı bir ağıt gibidir. Julie’nin reddettiği geçmişine Patrice tarafından yakılan bir ağıt… Bundan sonraki yaşamında sokak müzisyeni bile Patrice’in parçalarını çalar ve Julie geçmişin etkisinden asla kurtulamayacağını yavaş yavaş idrak eder.
Bu süre zarfında birkaç kez annesini huzurevinde ziyarete gider ve onunla özdeşleşmeye çalışır. Fakat annesi fallik bir figür kadar güçlü değil tam aksine yaşlı olduğu için eksik bir kadındır. Bu ziyaretlerden birinde kamera annesinin kafasını Julie’nin ağız hizasına getirir, iki karakterin de ağzını saklar ve hangisinin konuştuğunu muallakta bırakır. Böylece yönetmen, Julie’nin annesiyle olan duygusal “bir”leşmesini ima eder. Fakat bir diğer ziyaretinde Julie içeriye girmekten vazgeçer ve oradan ayrılırken kendini fallik dile teslim eder; kafasında Patrice’in bir parçası çalıyordur.
Kafasında git-geller yaşanırken Patrice’in bir metresi olduğunu ve hamile olduğunu öğrenir, komşusuyla bir arkadaşlık kurar ve Olivier’le daha sık görüşmeye başlar. İnsanlardan kaçmanın çözüm olmadığını görecek, hatta onların içine karışmak durumunda kalır. Böylece kendisini toplumun yasalarına bırakır ve insanların arasına -kelimenin tam anlamıyla- karışmaya başlar.
Eski evini Sandrine’e (Patrice’in sevgilisi) bağışlar ve Olivier ile birlikte ölen eşinin bitmemiş parçası Song for the Unification of Europe‘u tamamlamaya koyulur. Filmde eşinin bestelerini onun yaptığı vurgulanırken, böylece tekrar “babanın dili” nin kontrolü altına girerek ölen eşinin gölgesi altında besteyi tamamlar ve kendi öznesini tüm yasaları erkekler tarafından belirlenmiş bir toplumun arasına gizler.
Filmin sonunda Olivier ile seviştiği sahnede Song for the Unification of Europe çalar. Bu parça Olivier ve diğer insanlar ile olan metaforik “birleşmesini” temsil eder. Ekranda şimdiye kadar hayatına giren insanları tek tek görürken onun da artık onlardan biri olduğunu bize parçanın sözleri söyler:
Eğer meleklerin diliyle konuşsam ama sevgim olmasa
Ses çıkaran bir bakırdan farkım olmaz
Eğer peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem
Ve her türlü bilgiye sahip olsam
Eğer dağları yerinden oynatacak kadar büyük bir imanım olsa
Ama sevgim olmasa
Bir hiçim.
Sonunda topluma uyma ve karşı çıkmamanın getirdiği duygusal özgürlük, ahlakı ruhun hayatı olarak gören Tarsus’lu Pavlus’un sözleriyle pekiştirilir. Böylelikle hem Julie hem de biz seyirciler, Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi, geçmişin geleceğin sadece bir malzemesi olduğunu anlarız. Ve genelde kültürün özelde toplumsal yasaların biriktiği zaman dilimi olarak geçmişin “baba dili” ile oluşturulmuş tüm kodlarına uyarak sevgiyi ve mutluluğu bulmanın tartışılır rahatlığıyla ekranımızı kapatırız.
Yazan: Sezgi Alçiçek