Ütopyanın karşıtını ifade etmek için en yaygın olarak “distopya” kelimesi kullanılır. Ancak bu kelime, John Stuart Mill’in 1868 yılında Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada ilk kez kullanıldığında, tam olarak bugünkü anlamına karşılık gelmiyordu. Mill konuşmasında, ütopyaların ekonomisi ve sosyal gelişiminin insan iradesiyle değiştirilemeyecek olan doğa yasalarına bağlı olduğunu ileri sürerek ütopya yaratmanın imkansız olduğunu savunmaktaydı. Bu da tüm ütopyaların kaçınılmaz bir şekilde başarısızlığa mahkum oldukları anlamına geliyordu. Dolayısıyla ütopyacı yazarların fikirlerini pratik hayat için fazla kusurlu bulan Mill, tüm bu yazarları distopyacı olarak görmüştür.
Bu nedenle bugün distopya kelimesinin bireylerin baskı altına alındığı, kişisel özgürlüklerin yok edildiği ve yaratıcılığın bastırıldığı bir topluma karşılık geliyor olması ironiktir. Bir distopya, hepimizin bildiği gibi, insanlığın umutları ve özlemleri karşısında duygusuz devlet mekanizmasının zalimliğini anlatır.
Distopik roman ütopik romana kıyasla fazlasıyla etkilidir. İnsanlığın ideallerinin ve kusursuz bir toplumun nasıl gerçek olacağına değinen ütopik roman, herkesi ya da en azından çoğunluğu, ikna etme konusunda aşılması gereken zorluklarla daima karşılaşacaktır. Diğer taraftan distopik roman belli toplumsal, siyasi veya teknolojik gidişatın sonuçlarını açık ve net bir biçimde haber vermekte ve bunu okuyucuda yankı bulan ürkütücü tasvirlerle yapabilmektedir.
Erken Dönem Distopyalar
Distopya, Émile Souvestre’nin ticari alım-satım ilişkisinin insanlığı şirket veya devlet mekanizmasının kölesi haline getireceğini öngören Le monde tel qu’il sera (‘The World as It Will Be’ – Olacak Olan Dünya, 1846) yapıtına kadar geriye götürülebilir. Ignatius Donnelly ise Sezar’ın Sütunu (1890) romanında devlet iktidarının kolaylıkla fırsatçı kişilerin ellerine geçebildiğini öngörmüştür. Jack London, Amerika’da mutlak güç peşinde koşan kapitalist bir oligarşinin sosyalistler tarafından yenilgiye uğratılarak – her iki taraf da benzer yöntemler kullanmıştır – bir tür sosyalist ütopyanın hakimiyet kazandığı Demir Ökçe (1907) kitabı ile bunu bir adım ileri taşımıştır.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
Tüm distopyaların en bilineni George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (1949) romanıdır. Kitaptaki yıl, Orwell için ne kadar uzak bir gelecek ise şimdi bizim için neredeyse o kadar uzak bir geçmişte kalmıştır ama yine de insanların bireyselliklerinin olmadığı bütünüyle baskıcı bir rejimin görüntülerini hala akla getirmektedir. Roman sıkı kurallara uyması gereken insanların daimi olarak ‘Büyük Birader’ ve Düşünce Polisi tarafından izlendiği küresel üç totaliter süper-devletten birinde geçer. Buradaki kuralların dışında düşünmenin dahi bir cezası vardır. Ana karakter Winston Smith fotoğrafları değiştirme ve tarihi kayıtları revize etme işinde çalışan bir devlet memurudur. Kişisel ilişkiler yasaktır. Bu nedenle Smith aşık olduğunda cezalandırılır, sevgilisine ihanet etmeye zorlanır ve beyni yıkanarak Büyük Birader’e yeniden sevgi duyar.
Rus Distopyaları
Orwell, Yevgenii Zamyatin’in 1920 tarihinde yazdığı “Biz” romanından etkilenerek 1984’ü yazmıştır. Roman, kısaltılmış bir örneğinin tefrika edildiği 1927 yılından sonra Sovyetler Birliği tarafından resmi olarak yasaklanmıştır. Kitabın tamamı Rusya’da 1988’e kadar yayınlanmamıştır. İngilizce baskısı Zamyatin’in izni olmadan, Amerika’da 1924 yılında yayınlanmış ve Orwell bu baskıyı okumuştur. Hikaye, iki yüz yıl süren ve insanlığın çoğunu yok eden bir savaşın ardından gelecekteki farklı yüzyıllarda geçer. Kıyamet sonrası (post apoliptik) dünyadan “Yeşil Duvar” ile çevrelenerek ayrılmış, son derece otoriter bir şehir-devleti hikaye edilir. Ne zaman yemek yenileceği ya da seks yapılacağı gibi konular da dahil olmak üzere gelecekteki her şey devlet kontrolündedir. Hiç kimsenin kendisi için düşünme ya da yaratıcı olmasına müsaade edilmez. İnsanlar numaralarıyla birbirlerinden ayrılır. D-503, kendisinin de tasarımına yardım ettiği yeni bir uzay gemisinin yönetimini ele geçirme planı yapan I-330’a aşık olur. D onu ihbar etmez ama yöneticiler D’nin günlüğünden planı öğrenir. D tutuklanır ve ‘Büyük Operasyon’a (lobotomi benzeri) tâbi tutulur. Böylece I’nin işkence ve infazını sakince seyreder. Bu son, Orwell’in kitabındaki, Winston Smith’in 101 numaralı korkunç odada yeniden programlanmasına benzemektedir.
Stalin döneminde yaşamış olan ve bilim kurguyu 1950’lerde Rusya’da hayata döndüren bir yazar Ivan Yefremov’dur. Yefremov korkutucu bakış açısını vurgulamak için büyük bir cesaretle ütopik ve distopik tasvirleri birlikte kullandı. Tumannost’ Andromedy (1958, Andromeda ismiyle İngilizce’ye tercüme edilmiştir) kitabında, 3000 yılında insancıl Marksist ilkelere dayanan bir toplumla birlikte huzurlu bir yeryüzü tasviri yaptı. Bu kitap inandırıcı olan tek komünist ütopyadır. Yefremov ardından şüpheye düştü ve devamında yazdığı Chas Byka’da (Boğanın Saati, 1968; kitap, 1970), iki yüzyıl sonraki gelecekte yaşayan ideal komünist devleti başka bir gezegendeki bir diktatörlükle kıyasladı. Her ne kadar diktatörlüğü Çin komünizmi modeline dayandırarak gizlemiş olsa da, Sovyetler Birliği’ni eleştiriyormuş gibi göründü. Halihazırda ciddi ölçüde sansüre uğramış olan kitap yasaklandı ve Rusya’da 1988’e kadar tekrar yayınlanmadı.
Bitmeyen Gecenin Şehri
Tüm totaliter rejimleri önceden haber veren kitap Amerikalı beslenme uzmanı ve mucit Milo Hastings’in yazdığı Bitmeyen Gecenin Şehri (1920)’dir. Birinci Dünya Savaşının sonuna doğru yazılan ve ‘Kultur’un Çocukları’ (1919) adıyla tefrika edilen roman, ürpertici bir ileri görüşlülükle, bir yüzyıl sonrasının Berlin’indeki baskıcı, anti-semitik ve Nazi yanlısı bir rejimi anlatmaktadır. Kubbelerden oluşan dev şehir yer üstü ve altında 60 kattan oluşmaktadır. Her bir kat birbirinden sınıfına ya da kademesine göre ayrılır. Bu şehir devleti, şimdi iyi bir dünya devletince yönetilen dünyanın geri kalanına karşı tek başına durmaktadır. Berlin’de erkeklerin kadınlara göre sayısal çoğunluğunun olacağı üstün ırk yaratmak için öjenik uygulamalar kullanılır. Her bir bireyin kendi doktorundan ve berberinden beslenmelerine – gıdaların tümü sentetiktir – kadar her şey sıkı bir biçimde kontrol edilir ve izlenir.
Nazi Etkisi
Hitler’in iktidara gelişi ve genişleyen diktatörlüğü savaş-öncesi birçok distopyaya ilham olmuştur. Örneğin Joseph O’Neill tarafından yazılan Land Under England’da (1935) telepatik zihin kontrolü ile izlenen ve geniş yeraltı mağaralarında yaşayan totaliter bir toplum anlatılmaktadır. Katharine Burdekin (Murray Constantine ismiyle yazmıştır) tarafından yazılan Swastika Geceleri’nde (1937) ise Almanya ve Japonya hâkimiyetindeki bir dünyada kadınlar toplama kamplarında tutulmakta ve Yahudiler yok edilmektedir.
Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nın kazanma ve İngiltere ile Avrupa’nın çoğunluğunun Nazi hâkimiyeti altına girmesi ihtimali, Sarban takma isimli John W. Wall tarafından yazılan The Sound of His Horn (1952) veya yakın zamanda C.J. Sansom tarafından yazılan Dominion (2012) gibi distopyanın alternatif tarihi bir türünü de ortaya çıkarmıştır.
Son zamanların muhtemelen en iyi bilinen distopik romanı Margaret Atwood tarafından yazılan The Handmaid’s Tale-Damızlık Kızın Öyküsü (1985)’dir. Kitap, önümüzdeki birkaç on yıl sonrasında Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin devrilerek yerine militarist, ırkçı ve şovenist totaliter bir rejimin kurulmasını anlatmaktadır. Kadınlar tecrit edilmiştir, bir yetkileri yoktur ve sınıflara ayrılmışlardır. Bunlardan biri, cariyeler ile eşdeğer olan hizmetçi sınıfıdır. Afro-Amerikalıların ve Yahudilerin tamamı ‘uzaklaştırılmışlardır’ (yok edildiklerine inanılmaktadır). Kürtaj yasal değildir ve yalnızca sorunlu bebekler imha edilmektedir.
Sosyopatlar, Anarşi, Afetler ve Siberpunk*
Distopyalar Atwood’un romanındaki kadar aşırı olmak durumunda değildir. Hikayeleri, burada-ve-şimdi’den küçük ama açıkça rahatsız edici bir kaymaya işaret ettiği anda etkilidirler. Anthony Burgess gençlik kültürü ve çocuk suçluluğunun artışı konusundaki endişeleri nedeniyle yazdığı Otomatik Portakal (1971) ile bunu başarmıştır. Gençlerin sosyopat olduğu ve hükümetin onları ıslah etmek adına bir tür davranış mühendisliği ve zihin kontrolü uyguladığı bir dünya öngörmüştür. Toplumun çöküşü ve anarşiye kayışı Michael Moorcock’un Kara Koridor (1969) kitabına da zemin oluşturmuş, anılan koşullar ana karakterin dünyadan kaçışına sebebiyet vermiştir. Toplumsal kargaşanın kasvetli sahneleri Moorcock’un sonradan eşi olan Hilary Bailey tarafından tasarlanmıştır. Bailey ayrıca ilk kısa öyküsü ‘Frenchy Steiner’ın Düşüşü’nde (1964) de Nazi hakimiyetinde bir Britanya’dan bahsetmiştir. Toplumsal düzenin çöküşü J.G.Ballard’ın High-Rise (1975) başta olmak üzere sonraki bazı eserlerinde de ayrıca görülmektedir. High-Rise’da çok katlı lüks binada ortaya çıkan ufak sorunların kısa sürede büyümesiyle burada yaşayanların davranışları, çok geçmeden ilkel formlara dönmektedir. Ballard ütopya ve distopya arasındaki mesafenin bir kağıt kalınlığında olduğunu göstermektedir.
Distopik gelecekler çok farklı biçimde olabilir ve pek çok farklı sebep ya da afetten kaynaklanabilir. John Brunner’in Stand on Zanzibar (1968) kitabında anlattığı gibi aşırı nüfus ya da Blade Runner (1982) ismiyle sinemaya aktarılan Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (1968) isimli kitabındaki gibi nükleer bir savaş sonrası bir radyasyon zehirlenmesi distopik geleceklerin sebepleri olabilir. Unutulmaz bir film olan Blade Runner’da çoğunlukla siberpunk ikonografisi tasvir edilmiş ve bazı siberpunk kurgular da distopik görüntülerden yararlanmıştır. William Gibson’ın Neuromancer (1984) romanındaki Chiba Şehrinin yeraltı dünyası da çokları tarafından açıkça distopik görülecektir.
Yazarlar, herhangi iç karartıcı ya da huzursuz edici bir ihtimalden distopya yaratmanın kolaylığını göstermişler ve böylece dünyanın ütopik bir rüyaya evrilmesi için değil ama distopik bir kabusa batması için daha fazla fırsat olduğunu ispatlamışlardır.
*Siberpunk: Bilgisayar veya bilgi teknolojisi ve sanal gerçekliğe odaklanan bir bilim kurgu alt türü
Yazar: Mike Ashley
Çeviren: Zeynep Duran
Kaynak: bl.uk
Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.