• 16 Ocak 2018
  • Aziz Ardıç
  • 0
Paylaş

Zygmunt Bauman, Postmodern Etik kitabının birinci bölümünde Daniel Bell’in tasvirlerini onaylayan bir biçimde, çağımızda günbegün daha çok doğanın dışında, hatta yalnızca birbirimizle yaşadığımızı iddia eder. Bizler birbirimize karışmışızdır. Günümüzde gerçeklik, salt dünya haline gelmiştir. Böyle bir hayatta doğa yasalarının bilgisinden veya teknik beceriden ziyade, daha sık ve daha yoğun şekilde ahlaki bilgi ve becerilere ihtiyaç duyuyoruzdur. Ama bu bilgileri nereden edineceğimizi veya edinsek dahi bu bilgilere güvenip güvenemeyeceğimizi bilemiyoruzdur.

Eylemlerimiz ve sonuçları arasında anlayamadığımız bir mesafe (risk kültürü) vardır. Uzmanlaşma ve iş bölümünün getirdiği işlerin sadece küçük bir parçasından mesuliyet duyuyoruzudr. Dolayısıyla nihai sonuçların sorumluluğunu üstlenmeyiz çünkü bu akla yatkın bir hareket değildir. Avuntumuz ise bu iş bölümünün bütünüyle benliğimizi yansıtmaması ve yerinin biz olmasak dahi doldurulabilir olmasıdır. Rollerin getirdiği kurallardan kaçındığımızda ise bir “çıplaklık” hissederiz. Seçimlerimizin uygunluğunu teyit eden ve sorumluluğumuzun bir kısmını paylaşan otoritelerin varlığına güvenemeyiz. Çok daha önemlisi seçimlerimizin kuralları ihlal etmek ya da onlara uymak arasında olmadığı, sadece farklı kuralları vaaz eden otoriteler arasında olduğunu görürüz. Bu çoğul kurallar arasında bir seçim yapmanın özgürlüğünü sahiplenir, beraberinde getirdiği ıstıraplı tereddüt duygusundan kendimizi kurtaramayız.

Postmodern ahlaki krizin belirgin tasviri bu şekildedir. Bu ahlaki kriz sözde modern dönem boyunca tüm ahlak felsefecilerinin peşinden koştuğu etikten bahsetmemizi zorlaştırmaktadır, hatta umudumuz tamamen kırılmıştır. Rönesans döneminde bunun erken farkına varan seçkinler sınıfı, kitlelere politik liderlik etme hakkını kendinde bulmuştur. Ancak bu tavır yine de aydınlanmanın evrensel insan aklı ya da potansiyeli tasviriyle çelişki içerisindeydi. Bundan dolayı modern dünyanın kaygıları arasında etik, en üst konuma çıkıyordu. Tüm bunlara karşılık olarak seçkinler sınıfı, tüm insanlığı bağlayan zorunlu ve bağlayıcı kurallar ihtiyacının olanaklılığı konusunda hemfikirdiler. Bu görev tikelde kalan dinlerin değil “insan doğasını” temel alan felsefecilerin sorumluluğunda olmalıydı. Bu etik kodun dürtülerde aranması felsefecilerin tinsel liderlik çabalarına zarar verebilirdi. Bundan dolayı bir düzen tasvirindense bu düzene karşı gelen tehditlere ilişkin korkunç tablolar çizerek okuyucularını korkutmayı tercih ettiler. İnsan davranışının kendiliğinden eğilimlerine izin verilirse düzen ortaya çıkmaz ve hayat kısa, kaba ve kötü olurdu. Bu kargaşanın tek bir çözümü vardı: insan doğası bugün olduğu haliyle “hakiki insan doğası” değildir. Potansiyel olarak henüz açığa çıkmamış bir insan doğasından söz ediliyordu.

Peki, bu potansiyelin aklın ve akıl sahiplerinin yardımı olmadan kendi başına gerçekleşmesini beklemek akla yatkın mıydı? Bu potansiyelin gerçekleşmesi için gereken iki şey vardır: bütün insanlarda var olan bu gizil potansiyeli onlara açıklamak, bu davranışı desteklemek ve ödüllendirmek için uygun ortamın hazırlanmasıyla birlikte onlara yardımcı olmak. Bu iki görev öncelikle öğretmenliği, ikincil olarak ise yasa koyucuların profesyonel vasıflarını gerektiriyordu. Eğitilen insan bunu otorite buyruğunda olmak için değil, özsaygı ve çıkar için yapmalıydı. Çıkarlarının ne olduğu söylenen insan, özsaygıya ulaşacaktı. Bunu istemez ya da kaçınırsa –gerektiği takdirde- bu şekilde davranmaya zorlanmalıydılar: “Başkasına zarar verme ve küçümseme!”, “Aklın yolunu takip ettiğinde zaten iyiliğe ulaşacaksın!”.

Akıl insanların ortak özelliği olmakla birlikte -eşit dağıtılmış bu özellik- felsefecilerde daha da eşitti. O zaman, mantıklı insana hangi davranışın dikte edileceğini araştırmak başka kimin görevi olabilirdi? Ne var ki mesajlar öbür insana “yasalar” olarak gelir. Akıl her insanın ortak özelliği olduğu halde, akıl adına ilan edilmiş kurallara, insanların çoğunun iyiyi ve çıkarını seçmede yetersiz olmasından dolayı, ezici bir dış güce itaat edildiği gibi itaat edilmeliydi. Buradan çıkarılan yasa/ahlak diyalektiği, ileride kendisini “toplum karşısında birey” tipinde çözümsüz bir çatışmaya sürükleyecektir. Bunların yanında bireyin özerkliği ve kaynaklara erişimi modern toplumda eşitsiz bir şekilde dağıtılacaktı ve bu da toplumsal tabakalaşmanın belli başlı faktörlerinden biriydi. Bu ikilik ya da riyakarlık, evrensel ilkelere ulaşmayı amaçlayan etik teorilerin hepsini, önemsiz reçetelerden oluşan bir liste yığını olarak karşımıza çıkarmıştır. Vardığımız nokta olarak, modernliğin sonunda başlangıçtaki yere geri döndük. Bireylerin ahlaki olma girişimi ve özgürlük vaadi başarılı olmamıştı. Evrensel olarak karar kılınmıştı. Etik kodların varlığını nerede bulacağımız hatta ve dahi bunların bulunmasının daha iyi olup olmayacağı konusunda emin olamayacağımızı artık biliyorduk. Dünyada oluşturduğumuz küçük düzen ve sistemlerin kolay zedelenir, (bir sonraki bildirime kadar ve her bir alternatifi kadar) keyfi ve olumsaldı. Bu ise modern dönem sonrası çağın hakikati durumundaydı.

Bauman’ın söylemlerinde haklılık payı olmadığını savunmak abes kaçar. Burada kritik edeceğimiz, tartışmanın içeriğinden ya da etik kodların görünümünden ziyade böyle bir olgunun kronolojik bir anlatım biçimine olanak verip vermediği olacaktır. Modern öncesi, modern ve modern sonrası dönem bağlamında etik değerlendirmesi ile bu dönemlere içkin etik kodların çözümlenişi ayrımı, ince gibi görünen fakat tamamen iki farklı zeminde yürütülen tartışmalardır. Bu tartışmalara imkan veren, -ya da daha doğru bir ifadeyle- bu tartışmaları anlamlı kılan söylemler düşünsel tarihte nereye tekabül eder? Tartışmanın tam bu noktasında, insanın sosyal gelişim çizgisinin tek hatlı kültürel yapıda bulunduğunu ileri süren argümanlara bakmak iyi olacaktır. 19. Yüzyıl’da özellikle Lewis Henry Morgan tarafından dile getirilen bu argümanlarda dikkat edilmesi gereken unsur(lar) olduğunu belirtmek yerinde olur. Morgan’ın söylemleri direkt olarak günümüze kendi ismiyle ulaşmadıysa da büyük oranda Friedrich Engels ve Karl Marx tarafından dolaylı da olsa düşünsel dünyaya katılmıştır.

İddiaya göre toplumların evrimi; ilahi irade, ırksal üstünlük, kişiler ya da dinsel anlayış tarafından değil; tarihin rasyonel yasaları aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bu evrim ise toplumsal örgütlenme ve teknolojiyle güçlü bağlara sahiptir. Bu ifadeler, dönemin konjonktürünü değiştirici etkiye sahipti. Geçmişte, insanlar aynı basit bilgi ve beceri düzeylerinden yola çıkarak uygarlaşmaya çabalamış ve bütün insan toplulukları aynı güçlükler, beceriler, bilgi sistemleri ve örgütlerinden geçmiştir. Bazılarının daha hızlı, bazılarının ise daha yavaş olması tamamen coğrafi konumlarının şartlarından ve “tarihsel rastlantılardan” kaynaklanmaktaydı. Bununla birlikte bir takım keskin kırılmalarının yaşandığını da söylemek gerekir. Grek ve Roma’da soy örgütlenmesine dayanan “societos”tan, insanların içinde yaşadıkları ülke toprağı ile bağıntıları ve mülkiyeti temel alan ‘”civitas”a geçiş buna örnek verilebilir. Görüldüğü üzere Engels ve Marx kanadının alt yapı ve üst yapı ilişkilerinin de temeli buralarda yatmaktadır.

Morgan’ın ifade ettiği önemli ifadelerden birisi de şuydu: İnsanların yeni ihtiyaçlarından kaynaklı olarak toplumsal kurumlar değişmeye devam edecektir. Bu değişimi engelleyen unsurların ortadan kalkışı uygarlaşmayı hızlandıracaktır. Morgan burada ayrıcalıklı sınıfların ortadan kalkması gerektiğini belirterek yine Engels ve Marx kanadında büyük etkiler yaratır. Tüm bunları belirtmemizin ana nedeni şudur: Uygarlaşmayı kronolojik süreçte ve bunun da tek hatlı bir çizgide izini sürebileceğimize olan “inanç” bugün yukarıda Bauman’ın belki de farkında olmadan etik kavramının önüne postmodern sıfatını yerleştirmiş olmasına kadar getirilebilir. Burada karşı çıkılacak bir iddia şudur: Morgan’ın düşünceleri düşünsel dünyayı tam kapsayıcı mahiyette değildir.

Tam bu noktada, bir başka 19. yüzyıl düşünürü Edward Burnett Tylor’dan söz edeceğiz. Tylor, insanın kültürel gelişiminin tamamıyla genetik ve biyolojik faktörlere bağlı olduğunu belirtir. İngiliz toplumu tarafından yüceltilmesi ve onurlandırılmasının arka planında yine ferdi olduğu bu toplumun uygarlığının üstünlüğünü dile getirmesi yatar. Spencer ve Durkheim hattı üzerinden düşünsel dünyanın diğer kanadını da etkisi altına almıştır. Kültürel evrimin bilinçli, ilerlemeci ve akılcı bir süreç olduğunu belirtmesi ve kültür ile uygarlık kavramlarını eş anlamlı kullanması yine tek hatlı bir çizgide irdelenebilecek bir süreci tasvir etmektedir. Bunun yanı sıra belirmek gerekir ki daha geç dönemde ortaya çıkmış fakat düşünsel dünyayı bu derece etkisi altına alamamış “difüzyonizm” gibi başka akımlar da vardır. Eğer bu akımlardan bir tanesinin bu erken dönemde ortaya çıktığından ve etkisinin düşünsel dünyayı kapsayıcı mahiyete ulaşmasından söz etmiş olabilseydik bugünkü konjonktürün çok farklı olabileceğini söylemek çok da aykırı olmazdı.

Bauman’ın metnine son kez geri dönecek olursak şunu diyebiliriz: Eylemlerimiz ve sonuçları arasındaki mesafenin derecesini ölçmek (ya da ölçememek), postmodern etik hakkında bir saptama yapmamızı sağlamaz. Paranın kullanımından bu yana (takas ya da hibe ekonomisinden farklı olarak) eylemlerimizin sonucunu takip etmemiz zorlaşmıştır. Bizler kaynaklara erişimimizi, kurumların dönüşümündeki etkimizi ve kişisel hareket alanımızı (mobilite kabiliyetimiz) risk kültürünün etkisi altında sürdürürüz. Aynı dönemde Anthony Gidens’in dile getirdiği ve Bauman’ın yinelediği risk kültürü burada önemli bir kavramdır. Bu, modernlik ya da modernlik sonrası toplumsal örgütlenmelere has bir özellik değildir. İnsanın eylemleri ile mesuliyet duygusu arasındaki bağıntının da ölçümü yine postmodern etik hakkında bir saptama yapmaz. Tikel insan topluma ve dile tabi bir unsur olarak söylem etkisi altında olduğundan, dilden bağımsız ve toplumun özgün örgütlenme yapısından (dolayısıyla kurumlardan) kaçınarak eylemde bulunamaz. Yine bu sebepten dolayı eylemlerinin mesuliyetini salt kendinde duyumsamasının imkanı yoktur. Bunun gibi Bauman’ın ve postmodern etik hakkında söylem sahibi tüm düşünürlerin vurguladığı kodlar ne kronolojik olarak saptanabilecek ne de modern ya da modern sonrası dönemin kodlarına hakim toplumların yapısına özgün nitelemelerdir. Yukarıda belirttiğimiz üzere Bauman’ın söylediklerinde haklılık payı mevcuttur. Vurgulamak istediğimiz ana tema postmodern okumaların/söylemlerin etik hakkında dile getirdiği önermelerle etik olgusunu kronolojik olarak saptamanın ve çözümlemenin arasındaki farktır.

Kaynakça:

Lewis Henry Morgan, Eski Toplum 1, Çeviren: Ünsal Oskay, Payel Yayınevi, 1994.
Zygmunt Bauman, Postmodern Etik, Çeviren: Alev Türker, Mart Matbaacılık, 1998.

Yazar: Aziz Ardıç

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Aziz Ardıç

İstanbul Üniversitesinde Antropoloji, Latin Dili ve Edebiyatı ve Felsefe alanlarında eğitim aldı. Lisans tezini insanın dil yetisi üzerine yazdı. Şu anda aynı üniversitenin Felsefe bölümünde yüksek lisans öğrencisi. Felsefenin dil, politika, bilim, matematik, epistemoloji, etik; Roma düşünce tarihi ve etnografya alanlarında akademik çalışmalar yayınlama ve ayrıca Latince kitaplar çevirme hedefleri var. Düşünsel anlamda en çok etkilendiği kişi Michel Foucault'dur. Aynı zamanda çeşitli STK'larda gönüllülük faaliyetleri yürütmekte, tiyatro asistanlığı yapmakta ve tarımla ilgilenmektedir.