• 11 Haziran 2018
  • Ayşe Bilge Demir
  • 0
Paylaş

I. Giriş

Suç, kişiler-arası bir düzlemde her zaman söz konusu olan bir kavram olmuştur. Bunun nedenini, Schopenhauer’un insanın merhametsiz, sırf keyfi için acı veren, her şeyi kendisinin kılmak isteyen, aklî yetisi kısıtlı insan tipinde bulabileceğimiz gibi; Hegel’in tikel iradelerin belli bir doğrultuda ortaklaşmaya, ortak bir irade meydana getirmeye gittikleri sözleşme durumundan tikelliğin yeniden boy vermesinde de bulabiliriz. Her iki filozof için de suçun meydana getirdiği haksızlık durumunun iyileştirilmesi, varlığa gelmek zorunda olan devletin denetimi ile mümkün olmaktadır.

Suç, yanlış ya da zararlı olduğu için yasaklanan ve gerektiğinde bu yanlış ya da zararın telafisi için hukukî olarak yaptırım uygulanan, dolayısıyla hukukî düzlemde cezayı zorunlulukla beraberinde getiren edime verilen addır. Bu tarifi Schopenhauer için olduğu kadar Hegel için de farklı gerekçelerle doğru kabul edebiliriz. Burada ilkin Schopenhauer felsefesinin temel karakteristiklerine değinerek onun bahsedilen gerekçelerine değinecek, ardından aynı şemayı Hegel için uygulayacağım. Böylelikle açığa çıkacak bir analiz sayesinde bu yaklaşımların, her bir filozof için ön kabulleriyle tutarlı bir sonuç ortaya koymakla suça yönelik kavrayışın farklı uçlarından tuttuğunu öne süreceğim

II. Schopenhauer

Schopenhauer, Hegel’le aynı kanon içerisinde, aynı felsefî çevrede eserlerini vermiş, fakat gene de ondan tamamen farklı bir sistem ortaya koymuştur. İnsanın bencil ve kendisine ve her şeye zarar ziyan davranışlarını vurgulamış, böylelikle pesimist bir konuma yerleşmiştir. “Kötülük kesinlikle müspet mahiyete sahip ve kendisini hissettiren bir şeydir. Başka deyişle her türlü tatmin ve mutluluk menfidir, yani arzunun safi elenmesi ve acının sona ermesidir” (1). Böyle demekle Schopenhauer, düşüncesinde kötülüğe ayırdığı geniş alanın ipuçlarını vermektedir.

Tüccar olmak için yetiştirilmiş, üniversiteye gitmek ve felsefeyle haşır neşir yaşamak konusunda ısrarları sonucu, tüccar olmasını arzulayan babasının ölümünden sonra annesinin desteğiyle tıp öğrenimi gördüğü Göttingen Üniversitesi’ne kaydolmuş; bu sırada çokça ilgilendiği fizyoloji dersleri ile insana dair kavrayışlarını şekillendirmiştir (2). Bundan sonra, felsefe eğitimi almak için Berlin Üniversitesi’ne kaydolmuş ve felsefeye dair tutumunu şu sözlerle ifade etmiştir: “Felsefe, yalnızca sert kayalıklar ve dikenliklerle örtülü dik bir yokuşu aşarak ulaşılan yüksek bir dağ yoludur. Bomboş olan bu yol, yukarılara çıktıkça daha da tenhalaşır. Bu yola çıkan her kim olursa, hiçbir korku emaresi göstermemeli, her şeyi geride bırakmalı ve karlı kışta kendinden emin adımlarla yoluna devam etmelidir. Sık sık uçurumlarla karşılaşacak ve aşağıdaki yeşil vadilere bakacaktır. Şiddetli bir baş dönmesi onu uca doğru yaklaştıracaktır, ancak o kendini kontrol etmeli ve büyük bir kararlılık ve zorlukla kayalıklara tutunmalıdır. Bunun karşılığında, aşağısında kalan dünyayı görebilecek, çöllerin ve bataklıkların gözden kaybolduğuna, engebeli yolların düzleştiğine, kulak tırmalayan seslerin duyulmaz hale geldiğine ve aşağıdaki dünyanın yuvarlak şeklinin açıkça önünde belireceğine şahit olacaktır. Artık saf ve serin dağ havası altında o güneşi gözlerken, geride kalan herkes aşağıda ölüm sessizliği içinde boğuşacaklardır” (3).

Schopenhauer, insanın istemelerinden hareket ederek onun özgür bir iradeye sahip olmadığı sonucuna varır. Buna göre insan, sürekli bir şeyleri arzu eder, arzusunu dindirmek için çabalar, nihayet tatmin olur ve hemen sonra yeni bir arzu doğar, yine çabalar, yine tatmin olur, yine arzular. Ve bu ölümüne kadar sürer gider. Bu tatmin anları o kadar kısa sürelidir ki bunları hatırlamaz bile. Bunun yerine onun hatırında kalan sürekli çabalamakta olduğudur. Sürekli kendisinde olmayan bir şeyi temin etmek için uğraş vermektedir. Stabil bir hâle ulaşması ancak ölmesiyle mümkündür. Bunun dışında sürekli isteyecek, istemenin kölesi olacağı bir yaşam sürecektir. Nitekim isteme, özgürlüğü ön gerektiren bir durum değildir. İstemenin meydana gelmesi doğuştan gelen karakterin içinde bulunulan hâl ve koşulların etkileriyle biçimlenmesinin sonucudur. Yani özgür isteme diye bir şey yoktur, çünkü “bunu neden istiyorum” sorusunu sorduğumuz her seferinde vereceğimiz yanıt, “çünkü istiyorum”dan öteye gidemeyecektir. Bir istemede dış nedenlerce açığa çıkartılan, doğuştan ve değişmez nitelikteki karakterimizin özüdür. Yoksa bizim karşılaşmalarımızı düzenleme imkânımız olmadığı gibi bu sayede karakteri biçimlendirmek gibi bir imkânımız da söz konusu değildir.

Karakterin değişmez nitelikte olması, insanî edimleri belirleyen şeyin onun sahip olduğu bu değişmez karakterin üzerine işleyen güdülerin farklılaşması olduğu anlamına gelir. Yani farklı karakter özelliklerine sahip kişilerin etkisi altına gireceği güdüler birbirinden farklıdır. Bu bakımdan eğitim insana, eğer onda ahlaklı davranmaya dair bir karakter özelliği yoksa ahlaklılık kazandıramaz. Aynı şekilde ahlaksız bir davranış güdümü, eğer kişinin karakterinde taşıdığı bir özelliğe hitap etmiyorsa onun bu yönde davranması adına bir etki oluşturamaz. Bu düşünce gücünü Schopenhauer’un irade ve aklı birbirinden ayırmasından alır. Yani davranışa yol açan güdüler, iradeyi etkilemektedir ve akıl burada söz sahibi değildir. O yalnızca iradenin dolayımına girerek söz konusu güdülerin hayvanlarda olduğundan başka bir nedenden dolayı etkide bulunmasına yol açar. Özgürlük her ikisi için de söz konusu değildir; söz konusu olan yalnızca güdülenme yollarının farklılığıdır. Hayvanlarda süreç doğrudan acıdan kaçma olarak işlerken, insanlarda acıdan bu kaçış düşüncenin dolayımına girerek işler. Yani anlık ya da bilgi yeteneği güdülerin aracıdır (4).

Özgürlüğün Schopenhauer felsefesinde söz konusu olmaması, sorumluluk meselesini de tartışmalı bir hâle getirmektedir. Nitekim olduğundan başka türlü davranması seçeneği olmayan bir kişinin, eyleminin sorumluluğunu taşıdığından söz edemeyiz. Sorumlu olmak, eylemimin tüm veçheleriyle kendi istememin bir sonucu olduğunu kabul etmem demektir. Fakat doğuştan ve değişmez nitelikteki bir özellik bende mevcutsa, bunun aksi mümkün değilse, yaptığım şeylerden sorumlu tutulamam – ne başkalarınca ne de kendi adıma. Oysa sorumluluk yaptığım şeyin hesabını kendi adıma verebiliyor olmam demektir. Ahlakî bir duruş noktası gerektirir. Fakat Schopenhauer bizi daha baştan insanın ahlaksızlığı konusunda uyarır. İnsan işine geldiği gibi eyleyen, kendi çıkarlarını ve arzularını her şeyin üstünde tutan ve bunun için her yola başvurmaktan çekinmeyen bir varlıktır. Bu yüzden insan soyu var oldukça kötülük de var olacaktır. Sorumluluğun söz konusu olması, yalnızca, kişiyi o eylemin sonuçlarını sahiplenebilmesine yol açan güdülerin etkilerinin kuvvetiyle mümkün olur. Yani eğer sorumlu davranmamın kendi varoluşumla uyum taşıdığı koşullar içerisindeysem, sorumluluk benim için çok anlam taşıyacaktır. Fakat yeterince zorlanırsam, varlığımı küçük de olsa tehdit eden durumlar söz konusuysa, sorumluluğun güdümündense daha başka ve daha kuvvetli güdülerin etkisine girebilirim. Schopenhauer’un sisteminde, bazı şeyleri yaparsam kendim olmaktan çıkarım diyecek bir ahlaki öznenin varlığından söz edemeyiz. “Kendi” diye söz edilen zaten yaşadığı müddetçe birtakım güdülerce belirlenecek olan bir insan tipinden başkası olmayacaktır.

Fakat Schopenhauer Doğu’nun bilgeliğini de düşüncesine katar ve kendi tikelliğimizden dolayısıyla kendi arzu ve çıkarlarımızdan fazla olan bir şeyle de bizi yüzleştirir. Buna göre varolan her şeyin kendi tikel karakterinin yanı sıra metafiziksel olarak özdeş olduğunun da bilinci erdemin temelini oluşturacaktır. Böylece insanlar birbirlerine duygudaşlık ile bağlanacaktır ve kendim için istediğimi öteki için de isteyeceğimdir. Bunun yanı sıra bu metafizik özdeşliği sağlayan şey total bir hiçliktir. “Budacılara göre Nirvana, izafi bir hiçliktir” (5) diye yazar. Bu özdeşliği görmekle kişi, var olan her şeyin yalnızca fenomenal olarak ayrıştığını fark eder. Bu bilince yükselmenin sadece anlık olması ise, bir ahlaki zemin sağlamada yetersiz olduğu anlamına gelir.

Böyle bir düşünce sistemi içerisinde suç kavramı da incelemeye değerdir. Çünkü suç, başkasıyla girilen bir ilişki içerisinde, taraflardan birinin diğerinin hakkına ihlâl etmesine ya da ikisi tarafından da kabul edilen ortak bir kuralın ihlâl edilmesine işaret eder. Hakkı, bir başkasına zarar vermeksizin istenilen şeyi yapma olarak tanımlayan Schopenhauer’a göre haksızlık da kendi isteklerime ulaşma irademi, diğerinin isteklerine ulaşma iradesinden yüksek bir konumda görmemden kaynaklanacaktır. Fakat bunu yapamam çünkü hak, aynı yaşama iradesinin kendisini herkeste izhar etmesine dayanır (6). Bu yüzden, kişinin eyleminin onu o şekilde davranmaya yönelten güdülenmelerden meydana geldiği hatırlanacak olursa, suçu engellemek için yapılması gereken ceza olarak daha güçlü karşı güdüler oluşturmaktır. Bu şekilde söz konusu eylemden caydırma imkânı doğacaktır. Fakat gene de suçun tamamen ortadan kaldırılması söz konusu değildir, çünkü farklı karakterlere bağlı olarak farklı güdüler iş görmektedir.

Kişinin dışarıdan kaynaklı bir yaptırım olmaksızın eylemini suç olarak kabul edecek özgürlüğe ve sorumluluğa sahip olmaması tam da Schopenhauer’un suç kavramını Hegel’inkinden ayıran şeydir. Bu yüzden Schopenhauer’un suç kavramının ayıp kavramına benzediğini söyleyebiliriz. Ayıp, dışarıdan birisinin görmesi üzerine, yakalanmış olmaktan dolayı kişinin eylemi hakkında utanmaya benzer bir şey hissetmesidir. Ayıp olan şeyin adı değiştirilirse ve dün ayıp olan şey bugün ayıp olmayan hale gelirse duruma uygun olarak davranılacaktır.

III. Hegel

Hegel’in suç kavramına ilişkin incelemelerinin yer aldığı Hukuk Felsefesi metninde, irade kendini üç momentte gerçekleştirir: Soyut hak, ahlak ve törellik. Bunlar bir bütün olarak nesnel tin alanını oluşturur. Nesnel tin, içine doğduğumuz bir alandır.

Hukukun konusu bizim kendi içimizde sahip olduğumuz niyetler değil, eylemlerimizdir. Öbür taraftan, bizi o şekilde eylemeye iten içsel şeyler de söz konusudur. Bu yüzden bu 3 momentte Hegel dışsallık alanından başlar, sonra ahlaka döner ve sonra bunların bir aradalığına bakar.

Kişi olmak biyolojik varlığımızın, birinci doğamızın dışında bir statüye çıkmak demektir. İnsanın ikinci bir doğa içerisinde bir arada bulunması, ortak inançlara, ortak kabullere sahip olduğu bir alanın olanağıdır. Bu işbirliği yapmayı kolaylaştıran bir şeydir. Hegel’in sözünü ettiği şey, insanın doğanın üzerinde bu şekilde yükselebilmiş olmasıdır. Bu, bilincimizde meydana gelen bir dönüşümün nedeni olarak tinin bir edimidir.

Kişi olduğum alan hukuk alanıdır. Hukuktaki her yüklem (eylem, suç) kişiye atfedilir. Bunlar kişi varsa vardır. Burada suç, basitçe bir eylem değildir. Suçun suç olması için çeşitli edimleri suç olarak tanımlayan bir yasa gerekir. Kişi statüsüne ulaşmaksızın suçtan söz edilemez. Kişi statüsünün dayanağı ise iradedir. Yani biz kendimizi özgür irade sahibi varlıklar olarak görmek suretiyle kişi statüsünü üstümüze alırız. Bu statünün arkasında şu veya bu kişinin olmasının bir anlamı yoktur.

Hegel kişiyi, aynı zamanda bir hak öznesi olarak açıklar. Kişinin kendisini göstermesi için zorunlu olan şey ise mülkiyettir. Mülkiyette özgürlük ilk defa kendisini gösterir. İradenin bir parçası kendisini mülkiyette nesnelleştirerek, diğer iradelere tanınır hâle getirir. Bu tanınma ilişkisi ise sözleşmede meydana gelir. Suç kavramı ise içeriklendirmesini sözleşmenin ihlâlinde bulacaktır (7).

Mülkiyet irademin dışsal bir nesne üzerinde tecessüm etmesi demek olduğu için, bu nesne dolayımıyla iradem üzerinde zor kullanılabilir. Bu durumda irademe yönelik zorbalık, aynı zamanda beni bir hukuk öznesi olarak tanıyan evrensel ve tümel bir şey olarak hukuka yönelik de bir zorbalık anlamına gelecektir. Bu hukukun temsil ettiği bir kişi olarak zorbalıkta bulunan yani suçu işleyen kişi, kendi iradesinin inkârına gitmiş olacaktır.

Nesnel tin alanı yalnızca hukuktan ibaret değildir. Çünkü hukuk salt dışsallık alanıdır. Bu dışsallık alanının gerisinde yatan şey özgürlüktür. Tin kendisini hukukta özgür bir varlık olarak gerçekleştirmek ister ve bunu üç şekilde yapar: Mülkiyet, sözleşme, suç ve ceza. Hukuk alanı tüm önemine rağmen nesnelliğin yalnızca bir veçhesidir. Çünkü böyle bir hukukun yaşayan bir şey olabilmesi için tek tek bireylerin içinde tezahür ettiği bir anlamı olması gerekir. Bireyin kendini hem eşyayla olan ilişkisinde hem bir diğeriyle olan ilişkisinde bir hak öznesi olarak bilmesi, görmesi, tanıması demek aynı zamanda o bireyin kendisini kendi içinde özgür bir varlık olarak görmesi demektir. Kendi öznelliğini kabul etmesi demek, normların kendi ortaya koyduğu şeyler olduğunun bilincinde olması demektir. Bu yüzden hukukun ayakta kalması bizim kendi içimizde bir ahlaki duruş noktasına sahip olmamızla çok ilintili bir şeydir. Bu yüzden Hegel hukuktan ahlaka geçmiştir. Hukukun ayakta kalması için kendini, kendi öznelliğini ciddiye alan ve bazı değerlere kendi öznelliğiyle bağlı olan, o değerleri kendisinin yapmış olan bireyler gerekir. Dolayısıyla Hegel’in düşüncesinde “mantıksal olarak, bireylerin bağlantısız biçimde yan yanalığından bir bütünün kendisi üzerine düşünümüne yönelen, atomcu bir sistemin yükselen birliğini içeren bir belirlenimler dizisine sahibiz” (8).

Ahlakî ve hukukî bir karakter taşıyan bireyin ortaya çıktığı alan törellik alanıdır. Hegel törellik derken, yaşayan pratikler bütününden söz eder. Bu iki şey demektir: Bu pratikleri yapılandıran kurumlar olacaktır ve bu kurumlara öznelliğiyle bağlanmış olan özneler olacaktır. Yani törellik alanının öznelliği ve nesnelliği söz konusudur. Törellik hayatta kalma gücünü bireylerin bağlılığından alır. Bireylerin yargıları aynı zamanda törelliği yeniden üreten, onu canlı ve dinamik kılan şeydir. Yani öznellik ve nesnellik birbiriyle sürekli bir dolayım ilişkisi içerisindedir. Bu yüzden her hukuk sistemi bağlı kıldığı kişilerin ahlakıyla şekillenir.

Hegel’in düşüncesinde topluluğa ait normlar o topluluğun üyesi olan bireylerin içselleştirerek yeniden üretmesi sonucu varlığını sürdürür. Suçu suç yapan yasaların mevcudiyeti, iradenin ihlaline karşı bir ahlaki tutumla bir arada işler. Çünkü “ahlak, ahlaki vicdan ve ahlaki insanın icat edilmesi, aynı zamanda özgürlüğün de icat edilmesidir” (9). Suçu işleyen kişinin de aynı normatif dizge içerisinde şekillenen bir birey olması, onun suç ile kendi iradesine yönelik de bir kasıtta bulunduğu anlamına gelir. Bu bakımdan Hegel’in suç kavramının utanç kavramına benzer bir karşılığı olduğunu söyleyebiliriz. Utanç başkası görse de görmese de benim yaptığım şeyi biliyor ve bundan dolayı rahatsızlık duyuyor olmamdır. Böyle bir durumda öznelliğimin mevcudiyeti söz konusudur.

IV. Sonuç

Schopenhauer’un insanın özgür iradeye sahip olmadığını öne sürmesi suçu salt diğerine verilen zarar olarak ele almasına sebep olurken, Hegel’in özgürlüğü kabul etmesi suçun bir bütün olarak Tin’e yönelik bir ihlâl ve dolayısıyla kişinin diğerine olduğu kadar kendisine de yönelik bir zarar anlamına gelmesine sebep olmuştur. İradeyi ve aklı birbirinden ayırmakla Schopenhauer hayatın bir tarafıyla akli bir tarafıyla iradî bir karakter taşıdığını öne sürmüştür. Oysa Hegel açısından irade ve isteme aklın bir yönelimidir. Bu yüzden de Hegel hayatın aklî olduğu kadar iradî, iradî olduğu kadar aklî olduğuna işaret eder. Bu çerçevede Hegel’de suç kavramı kişinin bağlı olduğu bu iki yönün bir çatışması olarak ortaya çıkmıştır.

Schopenhauer ve Hegel’in suça yönelik kavrayışlarındaki ayrımı daha açık kılabilecek olan, onların aynı zamanda cezaya yönelik kavrayışlarıdır. Schopenhauer cezayı, suç olarak tanınan eylemin bir daha tekrar etmemesi adına karşılaşmak zorunda bırakılacağı bir kötülük olarak görür. Nitekim onun için bir eyleme yönelik güdü, ancak daha güçlü bir başka güdü tarafından ortadan kaldırılabilir. Hegel ise suçu hakkın olumsuzlanması olarak açıklar ve ceza da bu olumsuzlanmanın bir olumsuzlanması olarak anlam kazanır. Yani ceza, suçu işleyen kişinin yeniden bir kişi olarak tanınması anlamına gelecektir. Suçu işleyen kişinin, sorumlu ve özgür bir birey olduğunun tanınması işlevini görecektir. Oysa Schopenhauer’da söz konusu olan yalnızca hangi güdülerin belirlenimine maruz kaldıysa o şekilde eyleyen bir özne tasarımından başka bir şey değildir.

Hegel’in aksine Schopenhauer’un özgürlüğü yadsıması, suça salt hukukî bir anlam biçmesine neden olmuştur. Suça içeriğini veren bağlı olduğu hukuk sisteminin buyruklarıdır. Buyruğun bağlayıcı bir güce sahip olması ise kişilerin istemelerinin yönetimini ya da en azından yönlendirimini şart koşar. Hegel’in düşüncelerinde ise hukuka ahlaki bir özne olmaklıklarıyla bağlı kişiler söz konusudur. Kendilerini özgür varlıklar olarak gören ve hukuku bununla sürdürülebilir kılan insanlardan oluşan bir sistem söz konusudur. Bu yüzden Hegel’de suç hukukî olduğu kadar ahlakî de bir anlam taşımakla kişileri bağlar.

Hegel ve Schopenhauer’un suça dair kavrayışları kendi kabulleriyle paralel bir anlam taşımaktadır. Özgürlüğün varlığını kabul ettiğimiz ya da etmediğimiz durumlarda suç gene de mevcudiyetini sürdürmektedir. Schopenhauer özgür olmadığımız gerekçesiyle hiçbir şeyden sorumlu tutulamayacağımız düşüncesinin yanlışlığını göstermiştir. Hegel ise kendisini özgür bir varlık olarak tanıyan insanın diğerinin özgür bir varlık olmasını da dikkate alarak eylemesinin önemini göstermiştir. Kişinin arzularıyla veya aklıyla hareket ettiği durumlarda söz konusu olan bir suç söz konusu olduğunda ceza da birlikte gelecektir.

Dipnotlar:
(1) Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yay., İstaanbul, 2017, s.14
(2) David E. Cartwright, Schopenhauer, İş Bankası Yay., Nisan, 2014, İstanbul, 4.Bölüm
(3) Schopenhauer, Manuscript Remains, Cilt 1, *20, Akt: Cartwright
(4) Schopenhauer, İstencin Özgürlüğü Üzerine, Öteki Yay., Ankara, 2000, Birinci Bölüme Tamamlayıcı Ek
(5) Schopenhauer, Din Üzerine, Say Yay., İstanbul, 2015, s.160
(6) Schopenhauer, Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine, Say Yay., İstanbul, 2016, s.85
(7) Hegel, Tüze Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, 2006, Birinci Bölüm
(8) Hegel, Ed: Güçlü Ateşoğlu, DoğuBatı Yay., Ankara, s. 366
(9) Age. s.480

Yazar: Ayşe Bilge Demir

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Ayşe Bilge Demir

1993 yılında Gaziantep’te doğdu. 2016 yılında Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 2017’den bu yana Ankara Üniversitesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim dalında yüksek lisans eğitimi alıyor. Nietzsche’de şiddet üzerine yazacağı tezle ilgileniyor. Bu dönem toplumsal cinsiyet, insan hakları, etik- estetik devinimler hakkında okuyor. Her dönem Philip K. Dick okuyor. Başlıca ilgi alanları fizyoloji, psikoloji, politika, sanat tarihi, astronomi.