2013 yılında, doğumunun iki yüzüncü yılını kutladığımız Danimarkalı düşünür Søren Kierkegaard, iki dünya arasında sıkışmıştı. Bir taraftan, başkalarını inancını benimsemeye yönelten klasik Hristiyanlık anlayışı için yıkıcı etkileri olan Aydınlanma karşısında, Hristiyanlığın iddialarının doğruluğuna işaret edecekti. Öte yandan kendisi de Aydınlanmanın ve Romantizmin çocuğuydu. Modernitenin içerisinde Hristiyan olmanın ne anlama geldiği sorusuna verilecek cevabın peşinde koşan Kierkegaard, yirminci yüzyıl edebiyatını, teolojisini ve felsefesini etkileyecek yeni ve çarpıcı bir edebi üslup kullanarak büyüleyici ve geniş çaplı bir çalışmaya imza attı.
Yaşamı ve Eserleri
1813 yılında doğan Kierkegaard, çalışmalarının büyük bir kısmını otuzlu yaşlarının sadece yedi senelik (1842-1849) bir bölümünde tamamladı. Evanjelik bir geçmişe sahip olmasından dolayı öğrencilik yıllarında yaptığı okumalar onu, Hristiyanlığın iddialarının doğruluğunu sorgulamasına sebep olan bir noktaya getirdi. İlk çalışmaları, bir Hristiyan bakışı ile Aydınlanma Çağı ya da Kantçı bakış arasındaki bir diyalog üstüne olacaktı. Bu durumda Hegel, tarihin açıklamasında, aşkınlığı içkinlik olarak çevirerek iki kavramı birbirine karıştıran şeytan konumuna gelmişti. Kierkegaard’ın davası, Danimarkalı Hegelcilere ve Hristiyanlığı, Hristiyanlaştırılmış bir kültüre indirgeyen kiliselere karşıydı.
Korku ve Titreme (1843) isimli kitabında Kierkegaard, etik buyruktan daha yüce bir çağrı olamayacağını söyleyen Kantçı ön kabul ile Tanrı’nın emrine itaat ederek gerekirse oğlu İshak’ı katletmeye hazır olan İbrahim’i karşı karşıya getirir. Kant da Kierkegaard’ın muhtemelen biliyor olduğu bir pasaj içerisinde, akedah’ı (İshak’ın Bağlanması, Yaratılış 22) ele almıştır. Ancak Hegel, suyu bulandırmıştır. Benzer bir şekilde Kierkegaard da Felsefe Parçaları’nda (1844), Hristiyanlığın ileri sürdüğü bir iddia olan “hakikatin” tarihin belirli bir döneminde insanlığa verilmiş olduğu ve tüm hakikatin, öğrenen kişiye içkin olduğu Sokratik (ve Aydınlanma Çağı’na özgü) görüşü karşılaştırarak Hristiyanlığı, Kant’ın da haklı sebeplerle adlandırmış olduğu şeye, yani “tarihi bir din” haline getirir.
Kierkegaard’ın bu kanıları, on sekizinci yüzyıldan türemiştir. Leibniz’in mutlak ve tarihsel hakikatler arasındaki ayrımını takip eden Lessing, mutlak olanın (Tanrı), tarihin olumsallıklarından (insan olan İsa Mesih) çıkarılmasını engelleyen “geniş ve çirkin hendek”ten bahsetmiştir. Kierkegaard, bu düşünceyle uyum içerisindedir. Ancak Kierkegaard, Mesih’in tek bir bedende (veya varlıkta) hem ilahi hem de insani olduğunu söyleyerek nesnel “hakikatin” üstünü karalayan, öznel bir inanç hareketi olan Kalsedon itirafına göre bu hendeği aşmaya çalışacaktır. Kierkegaard, sahneye yeni adımını atmış Feuerbachçı indirgemecilik (bunu insanın bir yansıması sayan) karşısında Hristiyan inancını doğrulamayı umar.
Kierkegaard, iki yıllık bir çalışma sonrası ortaya çıkan Felsefe Parçaları’na yazacağı “Postscript” [Dipnot] adlı çalışmasında, kendi benliğini her an “ebedi yaşam düşüncesinin” peşinde koşarken bulan bir insan olmanın ne demek olduğu sorusunu, varoluşçu terimlerle paraya çevirmeye çalışarak kendini bir şekilde meşgul eder. Kierkegaard, hayatın ufak tefek kalabalığı içinde insanların kendilerini kaybetme eğiliminde olduğunu düşünürken varoluşçular, böyle bir çalışmaya çok şey borçludur. Kierkegaard, böylece insan varoluşunun çerçevelenebileceği farklı yaşam “aşamalarını” veya yaşam tarzlarını (estetik, etik ve dini potansiyel taşıyan) betimledi. Onun hedefi, Hristiyan inancının üstünlüğünü yitirdiği ve ardında hiçbir kalıntı bırakmadan salt medeni yaşama dönüşen “Hristiyan Âlemi” idi.
Felsefe Parçaları ile eşzamanlı olarak Kierkegaard, oldukça farklı ve fenomenolojik bir yorumlama olan Kaygı Kavramı’nı [1] yayımlandı. Kant, Hegel ve büyük ilahiyatçı Friedrich Schleiermacher, onların hepsi de “Adem”i aşağı yukarı efsanevi bir figür olarak görmüşlerdi. Lüteryen geleneği “pozitif” bir özgürlüğü (Tanrı’yla özdeşlik olarak anlaşılan bir özgürlüğü) varsayarken Düşüşün itaatsizliği de ayrılığı ve beraberinde gelen kaygıyı temsil ediyordu. Schelling de Kierkegaard ile aynı ikilemle karşı karşıya kalmıştı: İnsanın, Tanrı’ya olan ihtiyacını kabul ederken onun bağımsızlığını, seçimini ve yaratıcılığını nasıl geçerli kılacaktı? Bağlam ayrıca evrimin yeni kabul gördüğü göz önüne alındığında, “ilk günah” kavramının nasıl yeniden biçimlendirileceği ve böylece aslında hiçbir Düşüşün söz konusu olmayışı ile ilgilidir. Ve böylece Kierkeegard, insan öznelliğinin derinlerine inen olağanüstü bir eser ortaya çıkarır.
Sevginin İşleri’nde (1847) –ya da daha iyi çevirisi ile Sevginin Eylemleri’nde– Kierkegaard, önümüze yine tamamen farklı bir türde güzel bir kitap sunar. Gerçi bu yıllar içerisinde kendisi, birçok eğitici söylemde de bulunmuştur. Tanrı bizi agapeistik (şartsız ve meziyetlerimizden bağımsız) bir şekilde sevdiği için biz de komşumuzu sevmeye çağrılmışızdır. Bu kitap, insan ilişkilerine dair derin bir kavrayışın ve başkalarına karşı şefkatin sosyal görüşlerle birlikte bizi ürkütmesi gereken tuhaf bir bileşimidir. Nitekim Kierkegaard, bir dilencinin varlığının başkalarının Tanrı’nın iyiliğine olan inancını sarsmaması için ortalarda görünmemesi gerektiğini de düşünür. Bu yaklaşım, her ne kadar Theodor Adorno’yu kızdıracak bir duruş içerse de Kierkegaard duygusuz değildir. Onun için dünya, insanlar Tanrı’nın önünde temel bir eşitliğin tadını çıkarırken O’nun sonsuzluğunun ışığındaki bir “an” haline gelir.
Devrim niteliğindeki 1848 yılı, Kierkegaard’ı yeni bir yoğunluk düzeyine getirerek onun en dikkate değer eserlerinden bazılarını bize miras bırakır. Monarşik bir muhafazakâr olan Kierkegaard, Schleswig-Holstein konusundaki anlaşmazlık sürecinde Almanya’ya karşı kışkırtılan vatansever coşkuyu ve yeni bir siyasi düzen için yapılan keskin çağrıları eşit ölçüde küçümsedi. Kierkegaard’ın –kendisinin de dile getirdiği üzere– kitle histerisi olduğunu düşündüğü şeye tepkisi, yazılarında kendiliğe Tanrı ile olan ilişkisi içinde odaklanarak “kendi kategorisini” “birey”e dönüştürmek oldu. Kierkegaard, şifa üzerine bir kitap olan Ölüme Götüren Hastalık’ta (1849) kendiliği (Hegel’in yaptığı gibi), öz-düşünümsel bir perspektif olarak ele alır. Ancak Kierkegaard’a göre kendiliğin kendisi olan beden ve ruhun (ya da zihnin) sentezi, çok Lüteryen bir anlayış içinde, kişinin yalnızca “Tanrı’nın huzurunda şeffaflaşmasıyla” mümkün olacağını belirtir.
Kierkegaard’ın, Aydınlanma Çağı sonrası için yalnızca diğerleriyle ilişkide değil Tanrı’yla olan ilişkide de (aynı zamanda kendiliğin bileşimi için Tanrı’yı temel olarak görüyorken) kendimize geldiğimizin söylenmesi gerektiğinin kabulü, onun, kendiliğe dair incelikli kavramsallaştırmasını belki de Hristiyan geleneğinin en iyisi yapar. Kierkegaard’ın daha sonraki çalışması, kendilik Tanrı aşkına çekilirken kişinin, kendisi olma yolunda olan neredeyse (daha ziyade Katolik anlayışta görülen) Augustinusçu bir ilerleme anlayışını ele almaktaydı. Bu; parlak, duyarlı ve ruhsal derinliği olan bir çalışmaydı. Bununla birlikte böyle bir anlayış, kişinin dünyayla ve özellikle de kadınlarla olan ilişkisine yönelik doğal olarak sorunlu noktalar taşır. Kierkegaard, dünyevi bir sevgilinin yerine antropomorfik olarak tasarlanmış bir Tanrı’nın sevgilisi haline geldi. Kierkegaard’ın, Hristiyanlığın “ötekilik” yaklaşımının ve taleplerinin tüm anlamını yitirdiğini iddia etmesi, yaşamının son aylarında Danimarka’daki devlet kilisesiyle kafa kafaya çatışmasına yol açtı. Kierkegaard, gerçek öğrenciliğin dünyaya uymaktan çok uzak olduğunu ve ancak şehitliğe yol açabileceğini söyledi. Hristiyanlıkta Pratik (1850) kitabında, Kilise’nin saygın Primus’unu [2] yani J.P. Mynster’ı ve temsil ettiği toplumsal adetleri kınayarak onlara meydan okumuştu. Şimdi kendi geniş sayfasını açan Kierkegaard, halkın geneline hitap ediyordu ve onun öfkesini özellikle ortaya çıkaran isim, (Hegel üzerine daha önceki tartışmada olduğu gibi) bir sonraki Primus H.L. Martensen oldu. Kierkegaard, 42 yaşında hayatını kaybetti. Dava için şehitlik olarak gördüğü bir ölüm şekliydi bu.
Etkisi ve Önemi
Kierkegaard’ın etkisi, sıra dışı olmuştur ve farklı disiplinleri katetmeyi sürdürmektedir. Azınlığın kullandığı bir Avrupa diliyle yazdığı ve belki de yaşıtlarıyla arası bozulduğu için düşüncesinin etkisinin somutlaşması zaman aldı. Ancak Kierkegaard, 1920’lerde Alman bilimini ve1930’larda Fransız bilimini etkiliyordu, 1940’larda ise İngilizceye çevrilerek küresel bir etki kazandı. Bugün Koreceden Macarcaya kadar farklı dillerde çevirileri mevcuttur. (Çalışmasını Peru’nun Lima kentinde yer alan sahil şeridindeki bir kitapçıda buldum.) Kierkegaard “başka dillere çevrileceğini” tahmin etse de buna muhtemelen inanmazdı!
Felsefede Kierkegaard’ın çalışması, “varoluşçuluk” olarak bilinen bu geniş düşünce hareketinde ufuk açıcı bir rol oynadı. Heidegger, Kierkegaard’ın insan koşulunu ustaca keşfetmesini bir “Angst” [Kaygı] olarak kabul edecekti. Olumsallık tarafından yönetilen yine de dünyanın üzerinde yükselen bir ruhla, insan kendini paramparça bulur. Kişi, dünyadaki “atılmışlık” (Geworfenheit) durumu içinde ölümle karşı karşıya kalarak kendine gelmelidir. Kısmen ama aynı zamanda doğrudan Heidegger aracılığıyla Sartre da Kierkegaard’ın tesiri altına girer. Onun, pour soi (“kendisi için”, yaratıcı ama kaygılı) ve en soi (“kendinde”, içerikli ama hareketsiz) arasında savrulan insan durumu tasviri, bağımsızlık ve kimlik arasındaki Kierkegaardcı (ve nihayetinde Lüterci) ayrımı yansıtır.
Kierkegaard’ın “aşamaları” Albert Camus’nün Düşüş romanında başarıyla ele alınmıştır. Kitabın kahramanı, sisli Amsterdam’da bir barda pezevenkler ve hayat kadınları arasında “kendiliğini” kaybetmeyi başarırken “estetik” bir hayat yaşar. Ancak bunlardan önce onun, Parisli bir avukat olduğunu ve “etik” saygınlık içinde bir hayat yaşadığını öğreniriz. Genç bir kadının, kendini Seine Nehri’ne atışına tanıklık ederek kendi kendini tatmin eden varoluşunun saçmalığını tanımak zorunda kalır. (Ya/Ya da (1842) kitabında, Kierkegaard’ı karşılaştırın): “Unutun… ruhunuzdaki dindarlığın ve düşüncelerinizdeki masumiyetin varlığını… gecelerin ışıltılı anlamsızlığında unutun hayatlarınızı, içinizde ölümsüz bir ruh olduğunu unutun ve zekâ dilsizleştiğinde, su hala doldurur Seine’i.”) Jean-Baptiste (karakterin adı budur), bir dolapta Van Eyck’in “kuzuyla buluşmaya giden yoldaki” adil yargıçları betimleyen üç parçalı tablosunun çalıntı tuvalini saklar. Tövbe ve “dini” alana giriş, hali hazırda bir olasılık olarak kalmaya devam ediyordu ancak Camus’nün son satırda yazdığı gibi, “her zaman için çok geç olacaktır.”
Kierkegaard’ın etkisinin yaygınlaşması, insan yaşamına ilişkin felsefi gerçekleri iletmek adına edebi yazının kullanılması yoluyla mümkün olmuştur. Kierkegaard, hayata ve değerlere ilişkin temel soruların en iyi şekilde soyut olarak değil, günlük yaşamda insan yaşamının somut doğasının dikkate alınması yoluyla aydınlatılabileceğini (belki de bu konuda Antik Yunan’dan etkilenerek) kurnazca gösterdi. Onun yazıları esprili, yaratıcı, çok yönlü ve her zaman son derece geniş bir bakış açısına sahiptir çünkü yarattığı birçok karakter aracılığıyla insanlığın zaaflarını ve yaşamın sık rastlanan trajedisini hatta aynı zamanda insanın büyüklüğünü ve insanlık durumunun yüceliğini tasvir eder. Olumsallığımız tarafından ister istemez sınırlansa da dünya hala apaçıktır. Kierkegaard, bizi her şeyden önce kendimizi seçmeye davetediyor.
Kierkegaard, kendisini ana dilinin en önemli nesir yazarı olarak kabul ediyordu ve Danimarkalı dostları da buna karşı çıkamazdı. Çeviride kaçınılmaz olarak birçok anlam kaybı yaşanır ancak okuyucu, Kierkegaard’ın düz yazısının güzelliği ve ritmi hakkında –özellikle onun dualarından– bir fikir edinebilir. Kierkegaard, okuyucuyu kandırarak değil de seçenekleri aydınlatarak okuyucuyu metnin içine çekecek şekilde eserlerini kaleme alır. Ancak kendi koşulları zorlaştıkça, sonraki çalışmalarının içine de bir gölge çöker. Kendi yüksek davranış ve idare standartları ile (ve gerçekten de herkesin kurtulacağına dair beslenen kişisel bir umutla) Tanrı-insan paradoksuna inanmayı başaramayanlara yönelik sert çıkışlarını haklı çıkarmak zordur. Ancak Kierkegaard, İncil’deki metinleri harfiyen takip ediyordu.
Karl Barth’tan sonra Kierkegaard’ın, yirminci yüzyılın sözde “diyalektik” (Barthçı) teolojisi üzerinde büyük bir etkisi olması şaşırtıcı değildir. Aydınlanma Çağından sonra ve özellikle de Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”ndeki daraltmadan sonra eğer kişinin Tanrı’ya giden yolu ussallaştırması artık mümkün değilse ve eğer Schleiermacher’in teolojiyi dini bilincin doğrudanlığında haklı çıkarma girişiminin yetersiz olduğuna karar verilmesi gerekliyse (hem Hegel hem de Kierkeegard’ın iddia ettiği gibi); o halde tek alternatif, Kierkegaard’ın etkisi doğrultusunda Barth’ın kabul ettiği ve 1922 tarihli devrimsel Romalılara Mektup isimli kitabında belirttiği “yukarıdan aşağıya doğru inen” bir vahiy idi. Felsefe Parçaları’nda, İsa Mesih olan Tanrı hem vahyedilen “hakikatin” kendisidir hem de kendisini öğrencinin onu tanıması koşulunda bir hediye olarak ortaya getirir. Böylece teoloji kendi kendine yeten (dairesel) bir hale gelir.
Genç Dietrich Bonhoeffer de Kierkegaard’dan derinden etkilenmiştir. 1936 yılında yayımladığı Müritliğin Maliyetibaşlıklı Alman ansiklopedisinin (“Nachfolge”, Almanca’da sonuç ve müritlik anlamlarını taşıyan tek bir kelimedir.) girişinde Kierkegaard’tan alıntı yapmıştır. Bonhoeffer, hayatı, Üçüncü Reich koşulları altındaki kilise mücadeleleri ile geçerken ilhamını, Kierkegaard’ta bulmuştur. Fakat Kierkegaardçı yaklaşımla ilgili birtakım sorunlar da baş gösterir. Bonhoffer’in Kristoloji’si (onun ölümünden sonra 1933 senesindeki derslerine giren öğrencilerinin aldığı notlarından derlenmiştir), tesadüfi bir şekilde Kierkegaard’dan bir alıntıyla başlamaktadır: “Sessiz olun çünkü bu sonsuzluktur.” Bu cümle tam olarak Kierkegaard’ın İsa’nın kabulündeki “inanç sıçraması” paradoksunu savunur. Bu şekildeki söylemler, içinde bulundukları zamanı yansıtıyorlardı. Bu, birçok kişinin Hitler uğruna yaptığı “inanç sıçramalarına” önden meydan okuyan bir itiraftı. Ama böyle bir düşünce tarzı, aksiyomatik olarak insan haklarından konuşmaya ya da tek başına hümanist değerlerin savunulmasına zemin hazırlamaz.
Son yıllarda Kierkegaard’ın yazıları, post-modernistler tarafından kabul gördü. Sözcükler ve yazım tarzları üstünde oynadığı oyunlar, çağının gerçeklerini yıkmaya çalışan ilgi çekici aykırı biri olması ve çok sesli yazı olarak isimlendirilen yazı tipinde takma adlarının çoğalması onu belirli bir yazım stilinin kurucusu olması yolunda ideal bir adaya dönüştürdü. Ancak Kierkegaard’ın durumunda bu nitelikler, yazarlığa tutarsızlık da verebilirdi (En azından, Tanrı’nın konuşmasının “yukarıdan” inen bir vahiyle mi olması gerektiğiyle ilgili ya da insanlığın, Hristiyanlığa olan yolculuğunda insani endişelerin başlangıç noktasını bulup bulamadığı sorusuyla ilgili olarak hangi vahiy tutarlı bir cevap verebilir?). Kierkegaard’ın takma isim kullanmasına ilişkin olarak şu da belirtilmelidir ki bu uygulama, toplumda yaygınlığı olan bir uygulamadır: özel olarak ele aldığı işlerinden neredeyse hiçbir sapma göstermemiştir ve takma ad seçiminin genellikle son dakikada yapıldığı aşikârdır.
Kierkegaard’ın doğumunun iki yüzüncü yılını kutlarken ilgiyi hak ettiğini düşündüğüm şey, hiç değilse Avrupa toplumunun her alanda maruz kaldığı ön kabullerdeki devrimdir. Kierkegaard, enkarnasyonu [3] akıldan ötürü değil, inanç yoluyla kabul edebilir ancak yine de Kierkegaad’ın inancı, kendi zamanında onu “düşünülebilir” kılmaya hizmet eden bilgiye yönelik genel kanılarla dolu bir alanın içinde kendine yer bulur. Newton’dan yüz elli yıl sonra yaşamış olan Kierkegaard, sebep-sonuç zincirinde bir defaya mahsus dahi istisnalar olamayacağı veya bu zincirin kırılmayacağı düşüncesine ihanet ediyor. Dolayısıyla o, mucizelere itibar eden bir “doğaüstücü”dür. Yine bu konuyla ilişkili olarak aynı yaşlardayken Kierkegaard, Tanrı’nın müdahaleci olaylar aracılığıyla hareket etmek koşuluyla amaçlarını gerçekleştireceğine inanarak tarihi, bir telos’a ya da hedefe sahip olacak biçimde tasavvur etmiştir. Kierkegaard, (enkarnasyona paralel olarak) insanı; ruhani ve dünyevi doğanın o anda ortaya çıkmakta olan bir sentezi olarak kavramsallaştırmıştır. Siyasi ve toplumsal açıdan da Kierkegaard, toplum mühendisliğinin yoksulların kaderini hafifletebileceğini ayrıca kadınların erkeklere tabi ve itaatkâr olarak görevlendirildiğini düşünen bir dönemin insanıdır.
Kierkegaard’ın önemine ve kavrayışına sahip geçmişte yaşamış bir yazarı incelemenin büyülü tarafı, insan ruhunun tarihteki ilerleyişinin haritasının çıkarılabilmesidir. Birey, düşüncelerimizin gerçekleştiği maddi ve bilimsel bağlamın can alıcı doğasına sürüklenir. 1840’lar kadar yakın bir dönemde yazılarını kaleme almış olan Kierkegaard, nispeten sınırları olan bir dünyanın içinde düşünür: Avrupa merkezli olmayan kültürlere yönelik az miktarda farkındalığa sahip olarak, orijinal bir çift insanın olması gerektiğini düşünerek (zira onun söylediği gibi, doğa “anlamı olmayan bir fazlalığı desteklemez”) ve evrenin zaman ölçeği ya da boyutuna ilişkin hiçbir fikre sahip olmayarak. En çarpıcı olanı ise ona göre, insanlığın belirli bir tanrısallığa sahip olması ve belki de Darwin ile beraber geri dönülemez biçimde yitirilmiş bir üstünlük duygusudur. Kierkegaard, Platon’dan beri süregelen öte bir inanç fikrinin, tüm düşünmesini etkilediği bir düşünce dünyasına aittir. En zarar verici olanı da onun çağında halihazırda devam etmekte olan çalışmalar dolayısıyla kutsal metinler, günümüzde kendi kompozisyonlarının kültürel bağlamı içinde yer almaktadır. Tüm bunlara rağmen Kierkegaard’a ait metinler, düşünce için yeni anlayış biçimleri oluşturma ve besin sağlama noktasında tazeliğini korumaktadır.
Dipnotlar:
- En başta Kierkegaard’ın fark edip de kavramlaştırıldığı bir terim olan kaygı sonraki dönemlerde tıp, felsefe ve birçok farklı alanın gelişmesiyle anksiyete, panik ve korku gibi kavramlarla da bilinir oldu. Kelime ayrımının nasıl sağlanacağı ve kitabın başlığının nasıl çevrilmesi gerektiği konusu, burada bir tartışma yaratmıştır. (ç.n.)
- Latince’de “ilk” anlamına gelen “primus” kelimesi, en kıdemli piskopos için kullanılır.(e.n.)
- Enkarnasyon, Hristiyanlıkta Tanrının İsa’da vücut bulmasıdır. (e.n.)
©® Düşünbil (2022)
Yazar: Daphne Hampson
Çeviren: Türkü Debreli
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: philosophynow.org