• 4 Haziran 2018
  • Ayşe Bilge Demir
  • 0
Paylaş

Spinoza’nın düşüncesi Alman idealizminden Nietzsche’ye kadar süren etkileriyle modern felsefede kurucu bir önem taşır. Tanrı veya Doğa şeklinde anladığı biricik bir tözden çıkan ontolojisi epistemolojisini, epistemolojisi ise etik ve politik görüşlerini şekillendiren Spinoza’nın başlıca eseri olan Etika, bu görüşlerin bir geometrisini sunar bize. Özü varoluşunu gerektirdiği için, zorunlulukla var olan Tanrı’dan insan ruhunun varoluşuna, oradan da duyguların tabiatına ve zihnin gücüne geçeriz. Spinoza bu başat eserini yarıda bırakmıştır ve ona ancak 4 sene sonra geri dönmüştür. Bu arada ise Tractatus-Teologico-Politicus üzerine çalışmış olduğunu biliyoruz (1). Spinoza’nın 24 yaşında aforoz edildiğini ve cemaatinden dışlandığını da hatırlamakta fayda var. TTP’yi yazmaya başladığında ise 33 yaşındaydı ve senelerdir ailesi ve arkadaşları tarafından dışlanmış, münzevi bir yaşam içerisindeydi. 1665 senesinde yazdığı bir mektupta TTP’yi yazma girişiminin nedenleri olarak o, teologların felsefe için arz ettikleri olumsuz konumdan ve ifade özgürlüğünün başat öneminden bahseder. Böylece gene onun kendi ifadesine dayanarak söyleyecek olursak, Spinoza kendine yöneltilen tanrıtanımazlık iddialarının asılsızlığını göstermek istemiştir. Bir rasyonalist olarak o, yanlış düşüncelerin yanlış ve kırılgan bir rahatlığa yol açtığının bilinciyle yaşamış ve eserlerini yanlış inançların kölesi olmayan bir toplumun özlemiyle yazmıştır.

Spinoza’nın politikaya dair düşüncelerine geçmeden önce onun yetiştiği sosyo-tarihsel bağlamdan söz etmeliyizdir. 1565 yılındaki “Geuzen İsyanı’ndan beri Hollanda pratikte her zaman savaş hâlindeydi. Piyasanın tekelleşmesine ve kolonileşmeye dayanan ticari genişleme biçimi bile sürekli bir savaş olduğunu gösteriyordu. Donanmalarının gücüne rağmen Eyaletler defalarca yenilmiş ve zapt edilmişlerdi. Eyaletlerin bağımsızlık savaşında geniş bir özerklik kazanmış olmasına rağmen, her seferinde gerçek bir ulus devlet kuruluşu sorunu baş gösteriyordu. Bununla birlikte, içeride olduğu gibi dışarıda da iki rakip yönetici grup tarafından desteklenen iki ayrı siyaset karşı karşıyaydı (2). Spinoza’nın felsefesi bütün bu toplumsal istikrarsızlık ve savaş hâli ile şekillenmiştir.

Tractatus Politicus’ta Spinoza, politik görüşlerini, Etika’da serimlediği şekliyle insana dair bir kavrayışa dayandıracağını bildirir (3). Buna göre insan tüm sevinç (4) ve keder (5) duyguları içinde eyleyen ve her edimi doğal zorunluluğa işaret eden rasyonel bir varlıktır. Varlığını koruma ve sürdürme arzusuna sahip olmakla insan salt akla dayalı bir varlık olarak değil, aynı zamanda tutkularını takip eden bir varlık olarak tanıtılır ve bu takibin özünde – yeniden ontolojisine dönecek olursak– bir olumsuzluk yoktur. İnsanın salt akla dayanarak eyleyen ve diğerkâm bir varlık olduğu tezi – eğer bir Budist tapınakta değilsek, der Spinoza–  savunulamazdır (6). Fakat Etika’sının dörtte birini tutkuların esaretinden kurtulmaya ayıran ve de bir rasyonalist olan Spinoza’nın insanın akli varoluşunu nereye yerleştirdiğine de bakalım.

Bir şeyin korkutucu veya arzu etmeye değer olduğuna karar veren akıldır. Olan bitene baktığımızda aynı şeyin başka kişilerde başka duygulara yol açtığını, hatta aynı kişide farklı zamanlarda farklı duygulara yol açtığını görürüz. Dolayısıyla mutluluk için bize gerekli olan aklın rehberliğidir. Bu rehberliği bizim için arzu edilir kılan ise aklın eğitilebilirliğidir. Tutkuları ve dolayısıyla duyguları aklın rehberliğine sokmanın öneminden bahseder Spinoza. Bu yalnızca pasif bir kontrol etme problemi değildir. Sahip olduğumuz korkular, arzular hatta takıntılar geleceğimizi ve yazgımızı belirleyen bir şey olarak karşımıza çıkar. Öngörülemeyen içerikler olarak dış nedenler de söz konusudur. Ancak Spinoza’ya göre bizim özen göstermemiz gereken, üzerinde kontrol sahibi olduğumuz şeylerdir ki bu da kavrayışımızın ilerleyişidir. Bu ilerleme için, dünyayı sub specie aeternitatis görmeye yaklaşmalıyızdır. Spinoza’nın öne sürdüğü 3 tarz bilme şeklini hatırlayalım: İmgelem, akıl yürütme ve en üst bilgelik olarak kutluluk. Kutluluk dediğimiz şey, Spinoza’ya göre bir aydınlanma ile kendiliğinden olan bir şey değildir. Bunun için bu çizgiyi takip etmek gereklidir. İmgelemden uzaklaşıp akıl yürütme ile kavrayışımızı arttırmalıyızdır. Yani bilgimizin önündeki kendi benliğimize bağlılığımızdan kaynaklanan engellerin üstesinden gelmeliyizdir. Böylece elde edeceğimiz şey amor dei intellectus olacaktır. Yaşam bunun üzerine temellendiğinde ben ve öteki arasındaki sınırlar görünmez olacaktır ve kendimiz için arzu ettiğimiz bir şeyi başkası için de arzu edeceğizdir. Spinoza’nın politik düşüncesi de burada, hem başka olma hem parçası olma durumu üzerinde şekillenecektir.

Spinoza’ya göre sivil toplum öncesinde insan dizginsiz bir tutkuya sahip olmakla diğerleriyle çatışma içerisindedir. Doğal hakkın, conatus gereği, yapabilme kudretinin yettiği yere kadar uzandığını ifade eden Spinoza, böyle bir durumda güvenlik sağlanamayacağını, bu yüzden de insanın tutkuları gereği sivil hâle geçmesinin zorunlu olduğunu öne sürer. Doğal hâlde de insan aynı zamanda akıl sahibidir. Ancak aklın rehberliğine ulaşmamız için kendimizi güvende hissetmemiz gerekir. Doğal durumdayken akıl duyguların egemenliğindedir. Böyle bir durumda koşullar değişse bile insan aynı şekilde düşünmeye devam eder. Bu da rasyonel olmayan duygulara yol açar. İnsan bu rasyonel-olmayış halinden çıkmayı zorunlulukla isteyecektir. Edilgin hâldeki tutku insanı köleleştirir, nitekim korku duyması üzerinden bir insanın bağımlı hâle getirilebilmesinden bahseder Spinoza. Bu yüzden mümkün olduğu kadar sevince yaklaşmak gereklidir. Beden ile ruh arasındaki paralellik hatırlanacak olursa, insan sevinçli duygulanımlarını arttırdığında yaşama kudreti de artacaktır. Bu yüzden insan karşılaşmalarını düzenleyebileceği güvenli bir duruma geçer.

Sivil hâle geçmenin zorunluluktan kaynaklandığı düşüncesi Spinoza’yı sözleşmeci gelenekten ayırır. Bu sivil hâle geçişin insanın aklî varoluşunun sonucu olduğu düşüncesine de aynı şekilde karşı çıktığını gördük. Bu geçiş insanî varoluşun tüm vecheleriyle zorunludur. Bizi eyleme yönelten şeyin çoğu zaman iştah olduğunu fakat aynı zamanda aklın da bizde birtakım arzulara sebep olduğunu söyleyen Spinoza’ya göre davranışlarında ister aklı ister arzuyu rehber alsın insan, doğanın yasalarının dışına çıkıyor değildir ve gerçekleştirdiği her eylem doğal hakkı uyarıncadır. Etika’da Doğa ya da Tanrı’nın insan tarafından bilinebilir ana nitelikleri olarak yer kaplama ve düşünmeden söz ederken Spinoza, maddî bir alana sahip olmak ve olan şeylerin neden başka türlü değil de olduğu gibi olduğunu kavramak bakımından insanları ortaklaştıran bir doğadan söz etmiştir (7). Bu ortaklıktır ki insanın sivil hâle geçmesini zorunlu kılmıştır.

Doğal hâldeyken sözün bağlayıcılığı çıkarın bittiği yere kadardır. Çıkarın sona erdiği noktada söze sadakat beklemek de saçmadır. Oysa yasalara dayanan bir örgütlenmede, bu yasallığın sürekliliği için, sözleşme gerekir. Bu sözleşme, faydayı sağlamak yükümlülüğünü üstlenmekle, insan doğasının bir gereği olarak ortaya çıkar. Bu fayda ortadan kalktığında sözleşme de ortadan kalkacaktır. Ancak bu, daha büyük zararlara yol açacağından insanlar sözleşmeyi ve siyasal birliği her şeyin üstünde tutarlar. Bu sayede akla itaat eden insanın, Tanrı’ya da itaat ediyor olduğunu ve bu yüzden özgür olduğunu öne sürer Spinoza. Sözleşmeden önce gücü ve iktidarı ölçüsünde hak sahibi olan insan, sözleşme sonrasında ortak güçten kendi hakkı olan kadarını alır. Akıldan ziyade tutkularına göre davranma eğiliminde olan bir insan anlayışını temel alan Spinoza, bu sözleşmenin arkasında ortak gücü kendisinde bulunduran bir iktidar olması gerektiğini ve bu iktidarın yeri geldiğinde uyruklarının özgürlüklerini sınırlandırabileceğini öne sürer (8).

Herkesin hakkını devrettiği bu iktidar Spinoza’ya göre tüm politik topluluğa ait olmalıdır. Böylece bir demokrasi savunucusu olduğunu söyleyebileceğimiz Spinoza, iktidarın gücünün hiçbir bakımdan sınırlandırılmamış olması gerektiğini ve uyrukları emirlere uymaya zorlayabileceğini söyler. Hobbes’un, çokluğun düzensiz politik organizmalar biçimini alma eğilimiyle ilgili olarak bizi önceden uyardığını bildirir Virno. “Nitelikleri bakımından ittifaklar ya da bazen, herhangi bir belirli amaç üzerinde birlik olmaksızın, karşılıklı yükümlülüğün olmadığı basit insan toplaşmaları” der Leviathan’da.  Bir rasyonalist olarak Spinoza’nın esas dayanağı, iktidarı elinde bulunduran insanların kendi akılları ve çıkarlarına aykırı hareket etmeyeceği inancıdır. Böylece itaat bir özgürlük olarak karşımıza çıkar. Aklî eylemlerde bulunan insan edilgin tutkulardan uzaklaşacak ve böylece daha özgür olacaktır. Ayrıca Spinoza, insanın bir conatus olarak doğası gereği, sahip olduğu tüm gücü devretmesinin olanaksızlığından bahseder. Bu yüzden iktidarın sınırlandırılmamışlığı, insanı doğasına aykırı hareket etmeye zorlayamaz.

İnsanların güçlerinin bir kısmını sözleşmeyle devretmeleri sonucu, devlet ortaya çıkar. Artık söz konusu olan sınırları egemenin buyruğunca çizilmiş olan ve dolayısıyla ortak yasada temellenen siyasal haktır. Neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veren egemen gücün buyruğu dışına çıkılamaz. Fakat Spinoza, devletin bağlı olduğu doğa yasasına dikkatimizi çeker ve kimseden gücünün uzandığının ötesinde şeyler talep edecek yasalar yapılamayacağını öne sürer. Korku ve umut duygularını kullanarak bu türden şeyler talep eden iktidarları eleştirir. Nitekim imgelem farklı mizaçlardan kaynaklanmakla, farklı düşüncelerin ve dünya görüşlerinin ortaya çıkmasına yol açar. Üstelik benzer amaçlara ve benzer düşüncelere sahip olsa da her kişi farklı bir yol izleyebilir. Çünkü dış koşullar bütünüyle kontrol edilebilir değildir. Bunun tek bir dünya görüşü adına baskılanması, kötü yönetimin bir kabahatidir ve uyrukları köleliğe yatkın varlıklar hâline getirir. Yasaya aklın ışığıyla değil edilgin duyguların etkisiyle itaat edilmesine ve bir korku siyasetine yol açmak, devletin uzak durması gereken bir şey olmalıdır (9).

Düşünce ve ifade hakkının devredilemez bir doğal hak olduğunu söyleyen Spinoza, devletin sürekliliği için gerekli olan sınırlamanın eyleme dair etkinliklerde ortaya çıkması gerektiğini söyler. Demokratik bir siyaset, özgürlük için çalışmalıdır ve özgürlük için tekil varoluşlara imkân tanınması gerekir. Düşünceyi baskı altına almaya çalışmak, insana zorbalık etmek anlamına gelecektir ve yönetimin yozlaşmasına yol açacaktır. Oysa politikanın gücünü dogmadan değil, ratio’dan alması gerekir.

Spinoza’nın bize sunduğu çok güçlü bir felsefî tekliftir. Olan biten her şeyin zorunluluktan kaynaklandığını kavramanın bizi özgürleştireceğini savunmuştur. Aklı mükemmelleştirmeyi en temel insani proje olarak görmesi, aforoz edilip toplumsal yaşamdan dışlanmasına yol açmıştır. Ancak ölümünden sonra Hollanda, Spinoza’ya sahip çıkmıştır. Hatta 2002’de Euro’ya geçilene değin, 1000 Guldenlik banknotların üzerine Spinoza’nın portresi basılmıştır.

Hayatı bir geometriymiş gibi önümüze koyan ve aklı dışlanmak pahasına rehber alan bir filozofu biz neden ciddiye almalıyız?

Spinoza bize kendi gözlerimizle bakabilmeyi, kendi aklımıza uygun olarak davranabilmeyi anlatır. Olan biten şeylerin zorunlulukla olduğunu ve bu şeylerin nedenlerini bilmeye doğru gittikçe bu zorunluluğu kavrayacağımızı ve özgürleşeceğimizi, varoluş kudretimizi arttıracağımızı savunur. Akıl insanı ortaklaştıran şeydir. Bunu biliyoruz. Spinoza bize bu aklın bir ve aynı akıl olduğunu, Tanrı veya Doğa’nın aklı olduğunu, bunun farklı görünümlerinin farklı mizaçlardan kaynaklanan ve doğal olarak zorunlu, zorunlu olarak doğal olduğunu söyler. Yani her türlü düşünüş, ifade ediş, dile geliş burada bir yer bulacaktır. Her şey bu dünyanın içinde olup biter. Bu ifadelere özgürlük tanımak bizim kendi özgürlüğümüzü arttırmamız anlamına gelir. Politikanın gücünü ratio’dan aldığını söylemiştik. Bu ratio’nun her bir insanı ortaklaştırması sadece farklı tarzda ifadelere değil, aynı zamanda farklı tarzda varoluşlara da imkân tanınması gerektiği sonucunu doğurur. Çünkü ancak ifade edilen vardır ve ancak var olan ifade edilirdir. Böylece Spinoza çokluğun bir arada bulunmasının teminatını ve koşulunu ortaya koyar: İfade özgürlüğü.

İfade özgürlüğü konusunda 21. yüzyıl 17. yüzyılda olduğundan öteye gitmiş midir? Transrespect Versus Transphobia (TvT) araştırmasına göre, dünya çapında son 6 yılda 1463 kişi, cinsel yönelimleri nedeniyle öldürüldü. Türkiye’de yaklaşık 400 bin civarında üstün zekâlı çocuk var ve adaptasyon zorluğundan dolayı toplumdan dışlanıyorlar. Gene Türkiye’de 1,5 milyon engelli kişi, 2 milyondan fazla okula gitmeyen çocuk var.

İfade özgürlüğü “bir düşünce, inanç, kanaat, tutum veya duygunun barışçı yoldan açığa vurulmasının veya dış dünyada ifade edilmesinin serbest olması” demektir. Bu düşüncelerin, tutumların, duyguların sayısını sınırlamak ve bu az sayıdaki düşünce, tutum ve duygulara ifade olanağı sağlamak konusunda Spinoza muhtemelen eksik bir kavrayışla hareket ettiğimizi söyleyecektir. Spinoza’ya göre toplumsallık parçalanamaz bir bütündür. Eğer bu istatistikleri yaşamımızı etkilemediği düşüncesiyle bir tarafa atıyorsak, yaşama yalnızca sınırlı değil aynı zamanda rasyonel-olmayan bir yerden bakıyoruz demektir. Spinoza’nın demokrasi ve ifade özgürlüğü temellendirdiği TP ve TTP ve hatta Etika’nın hala güncelliğini koruması, buna talep olduğu anlamına gelir. Çokluğun arkasında bir arka plan olarak Birlik düşüncesi modern politik düşünceyi beslemişse de pratik yaşamda karşılığını bulamamıştır. Spinoza’nın politika felsefesi bize kendi tekil varoluşumuzu gerçekleştirirken başka varoluşlarla uzlaşmanın, bir çıkarlar hiyerarşisi sayesinde tutkularımıza ters düşmeyecek bir politik yapı organize etmenin ve kurumlarımızı buna göre düzenlemenin imkânını verir.

Dipnotlar:
(1) Bkz: Mektup 30.
(2) Balibar, Spinoza ve Siyaset, Otonom Yay, Çev: Sanem Soyarslan, Temmuz 2016, İstanbul, 32.
(3) Spinoza, Politik İnceleme, Dost yay, Çev: Murat Erşen, Eylül 2015, Ankara, 17.
(4) Eyleme yol açan nedenleri bilerek daha az yetkinlikten daha büyük bir yetkinliğe geçiş.
(5) Nedenleri bilmemenin yol açtığı olumsuz ruh hali ve yaşama kudretinin azalışı.
(6) Bu bakımdan dinin de güçsüzlüğünü görürüz, çünkü tutkular hakkında olumlayıcı bir söz etmez, insani eylemden söz edildiği yerde din bir şey söyleyemez. Çünkü din söz üzerine değil dogma üzerine kuruludur
(7) Etika, 1.Bölüm.
(8) Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, Dost yay, Çev: Cemal Bali Akal ve Reyda Ergün, 2008, Ankara, 234.
(9) Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, Dost yay, Çev: Cemal Bali Akal ve Reyda Ergün, 2008, Ankara, 34.

Yazar: Ayşe Bilge Demir

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Ayşe Bilge Demir

1993 yılında Gaziantep’te doğdu. 2016 yılında Ege Üniversitesi Felsefe bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 2017’den bu yana Ankara Üniversitesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim dalında yüksek lisans eğitimi alıyor. Nietzsche’de şiddet üzerine yazacağı tezle ilgileniyor. Bu dönem toplumsal cinsiyet, insan hakları, etik- estetik devinimler hakkında okuyor. Her dönem Philip K. Dick okuyor. Başlıca ilgi alanları fizyoloji, psikoloji, politika, sanat tarihi, astronomi.