Paylaş

“Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim, kendimle vuruştum” (Özdemir Asaf)

Kalabalıkların arasında görünür olmak isteyen insanoğlu için, üstün olmak ve üstün gelmek çabası sonu gelmez bir kavgaya dönüşür. Es vermeksizin vuruştuğu, yokuşun başındaki bu düşman kişinin kendisidir. Oysa pek çoğumuz bunun farkında değiliz ve görüntüde başkalarıyla – özünde kendimizle – savaşmaya devam ederiz.

Peki, tüm bu savaş ne içindir ve bir galibi var mıdır? Bana göre bu, kişinin varlığını kendisine ve diğerlerine ispat etmek için seçtiği bir yoldur yani bir tercihtir, kimi zaman bilinçli, çoğu zaman ise bilinçsiz. Çünkü bu durumdaki kişinin varlığının ve öz değerinin kanıtı, diğerlerine yönelttiği eleştiriler ve onlar üstünde kurduğu sözde üstünlük yoluyla sağlanmaktadır. Bu durumu çok yabancı bulacağımızı sanmıyorum. Belki bazen kendimizi bunu yaparken yani başkalarının yaptığı ve aslında iyi olduğunu bildiğimiz işleri takdir etmezken bulduk, belki de yanımızdaki insanların anlam veremediğimiz acımasız bir saldırganlıkla fikirlerimizi yok saydığına şahit olduk. Eğer kendimize karşı yeterince dürüstsek, en azından yalnız kaldığımız anlarda bu tür davranışların nedenine dair sezgilerimize kulak veriyoruz: Bu savaşın muhatabı karşımızdaki kişi değildir. Acaba karşı tarafa saldırıda bulunurken aslında hangi eksik yanımızı örtbas etmek istiyor, hangi gölgemizle çatışıyorduk?

Delia Steinberg Guzman, Günlük Kahraman isimli eserinin bu konuyu irdelediği bölümünde, dış dünyadaki acımasız başarı koşullarının bahsettiğimiz sonuçları yaratmadaki etkisine değiniyor ve özetle şöyle söylüyor: Çevremizde gördüğümüz bu kadar bunalımlı, kıskanç, vahşi, öfkeli, kibirli, zalim ve çıkarcı insan, dış başarı şartlarının yarattığı tatminsizliğin birer yansımasıdır. Ancak; elbette nedeni bununla sınırlı tutmuyor. Aksi halde, yaşamı zorlaştıran bu hatadaki tüm payı dış dünyaya yüklersek, çoğu zaman kendimizi diğer canlılardan üstün görmemize neden olan muhakeme becerilerimize ihanet etmiş olmaz mıyız?

Aslında dış dünyadaki koşullar, olaylarla karşılaştığımızda iç dünyamızda taşıdıklarımızı ne ölçüde yansıtacağımızı görmemiz ve göstermemiz için birer fırsat ve tetikleyiciden ibarettir. Söz konusu davranışın içsel pek çok nedeni bulunmaktadır ancak ben burada kısaca iki tanesi üzerinde duracağım: Engellenmeden doğan saldırganlık ve yetersizlik algısı.

Sosyal psikolojide “Engellenme saldırganlık kuramı” olarak geçen bir teoriye göre; “Bazı durumlarda, amacına ulaşması engellenen insanlar öfkelerini, onun gerçek kaynağı olan güçlü hedeften saptırarak pek gücü olmayan bir hedefe yöneltir” (Morris, 2002). Bu durum, bizlere gündelik yaşamımızdan farklı versiyonları ile bildiğimiz bir öykü ile aktarılır: İşyerinde patronu tarafından azarlanan bir adam, onun azarladığı eşi, onun azarladığı çocuk ve çocuğun tekmelediği kedi. Kedi, hikâyedeki en güçsüz hedeftir ve aslında amacına ulaşamamış ve güçlü gördüğü hedefle yüzleşememiş her karakter bir alttaki hedefe yönlenmiş, engellenmiş saldırganlığın son kurbanı kedi olmuştur. Yani bizim durumumuzda, her fırsatta üstünlük kurma çabasında olan insanların bu saldırganlıkları birtakım  engellenmişliklere bağlı olabilir ve onların gözünde yeterince güçsüz bir hedefseniz kurban siz olabilirsiniz.

“Genellikle, her şey eleştiri hedefidir ve doğrusu şu ki yok edicidir, çünkü diğerleri ne kadar kötü ise, bilinçsiz bir şekilde kendi hatalarını gizleyerek savunan kimse kendisini daha iyi hisseder” (Guzman, 2013)

Olası bir diğer neden ise, kişinin hissettiği yetersizlik algısıdır ve aslında başkaları üstünde hâkimiyet kurarak kendisinde gördüğü yetersizlikleri örtbas etmeye çalışmaktadır. Bu kişiler, genellikle yok etmeye yönelik eleştirilerde bulunur ve zamanlarının büyük kısmını diğerlerinin ne kadar kötü ve yetersiz olduğunu ispat etmeye ayırır. Çünkü “Ben, çevresindekileri küçümsemek suretiyle kendisini doğrular” (Guzman, 2013)

Gündelik yaşamlarımızda her zaman karşılaştığımız ve bahsettiğim gibi belki bizim de yaptığımız bu davranışlara kendi adıma içerliyor ama çok şaşırtıcı bulmuyorum. Ben, her birimizin kendi kapasitemiz çerçevesinde acıdan kaçmaya ve başarı, mutluluk, tercih edilme gibi hisleri tatmaya çalıştığımıza inanıyorum ve bunu da “insanca, pek insanca” buluyorum. Böyle deneyimler yaşadığımızda bunu anımsamak, bize karşımızda üstünlük kurmak isteyen insanın asıl muhatabının çoğu zaman biz olmadığımızı hatırlatacak ve gereksiz üzüntüye karşı bir kalkan oluşturacaktır. “Nihayetinde o da acıdan kaçmaya çalışan bir insandır”. Ancak bu durum, hiçbirimizin hatalarını haklı kılmayacağı gibi, bizlere bunu düzeltme sorumluluğunu vermektedir. Her birimiz, bizi engelleyen ve bize kendimizi yetersiz hissettiren şeyleri kök nedenleriyle analiz etme yükümlülüğünü taşırız. Bu kaygılardan arındığımız daha iyi bir yaşam için kilidi açan anahtar ise “kendini tanımak”tır.

Kendini tanımak dilimize yerleşmiş bir kavramsa da gerçekleştirmesi söylemesi ile ters orantılı şekilde oldukça zordur. Kendini yani insanı tanımak, insanın; duygu, düşünce ve davranışlarını operasyon masasına yatırıp bir cerrah titizliğiyle parçalara bölüp okumasıdır. Ancak iş burada bitmez ve kendini tanıma çabası elbette eylemsel bir sorumluluk da getirir, masada görüp okudukları ile ilgili harekete geçme ve bu farkındalıkla davranma sorumluluğunu. Yapmamız gereken; bu süreç boyunca dürüst olmak, ihtiyaç duyduğumuz noktalarda destek almak ve gölgelerimizle yüzleşmektir.

İnsanın başından beri verdiği ve bundan sonra da vereceği en çetin savaşlardan birisi, doğru davranışı yalnızca kolay zamanlarda değil zor zamanlarda da sürdürebilmektir. Bizim konumuzda, bir ikilemle karşılaştığımız her defa, “anlık bir üstün gelmenin iyi olmadığını hatırlamak” faydalı olacaktır.

Bitirirken, yine D.S. Guzman’dan bir alıntı ile “üstün gelmenin neredeyse unutulmuş biçimlerine” göndermek yapmak istiyorum. Üstün gelme çabamızı bu konulara yönlendirmek hem bizi hem içinde yaşadığımız dünyayı şüphesiz daha ileri bir noktaya taşıyacaktır:

“Olumsuz yönlerine hâkim olmak ve olumlu yönlerini güçlendirmek için kendini daha iyi tanımak.
Modanın zorla kabul ettirdiklerinden ya da belirli bir döneme özgü psikolojik ve “sözde mantıklı” sayıklamalardan sıyrılmak.
Yaşamı sürekli bir mükemmelleşme alıştırmasına dönüştürmek” (Guzman, 2013)

Kaynaklar:

Guzman, D.S. (2013). Günlük Kahraman. (M. İlgürel, Z. Elkırmış, Çev.) Yeni Yüksektepe Yayınları.
Morris, C.G. (2002). Psikolojiyi Anlamak. (H.B. Ayvaşık, M. Sayıl, Çev.) Türk Psikologlar Derneği Yayınları: 23

Yazar: Seval Dönmez

 Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Seval Dönmez

1989'da Ankara'da doğdum. Hacettepe ve ODTÜ’de Psikoloji alanında eğitim aldım. Yol arkadaşım Çikilop'um (tekirim) ile zaman geçirmeyi, piyano müzikleri dinlemeyi, yazmayı seviyorum. Hayatı, konuşmalarımızı ve olan bitenleri şuna benzetiyorum: "İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım." (Halil Cibran)