• 2 Şubat 2022
  • Düşünbil Portal
  • 0
Paylaş

Zor zamanlarda, bir umut filozofuna başvurulacağı düşünülür. Buna karşılık, yüzümüzü, umutsuzluğun nihai filozofu olan Arthur Schopenhauer’ya (1788-1860) döndürürken bulduk. Bu, onun tuhaf denecek kadar karanlık olan aşırı kötümserliğinin durumumuzu aydınlatmak için bize yardım edebilmesinden kaynaklanmıyordu. Tam aksine, tüm filozoflar arasında bizi aniden endişelendiren can sıkıntısı, tek başınalık, yalnızlık ve imkânsız görünen mutluluk gibi zihin durumlarına ilişkin kendini en çok düşünmeye vakfeden Schopenhauer’dır. Schopenhauer’nın bu durumlarla ilgili içgörüleri, içinde bulunduğumuz bu yeni sıra dışı şartlarda kendimizle yüzleşip uzlaşmamızı sağlayabilir.

  1. Can sıkıntısı: Hafifletme. Diren.

Hiç kimsenin, can sıkıntısının sana iyi geldiğini söylemesine izin verme. Aşırıya kaçıldığında, can sıkıntısı, bir cezaya mahkûm edilmek kadar kötüdür. Schopenhauer, “yalnızlık ve hareketsizlikle” yalnız kalan mahkûmların, can sıkıntısına düştüklerini, “o kadar korkunç ki mahkûmları intihara bile sürüklüyor” diyerek hatırlatıyor. Can sıkıntısı, ölümcül olabilecek şekilde, son derece ciddidir.

Acıyla birlikte can sıkıntısı, yaşamımızda kaçınamadığımız ızdırabın iki şeklinden biridir. Schopenhauer, bununla ilgili olarak “hayat; acı ve can sıkıntısı arasında, bir sarkaç gibi bir ileri bir geri sallanır ve aslında bunlar, onu oluşturan bileşenlerdir” der. Arzularımızın nesnesinden mahrum kalmak bize acı verir. Buna karşın, arzulanacak bir nesne olmadığındaysa bunalırız. Genelde, arzularımızın bizi meşgul etmesine bel bağlarız; onlar, dikkatimizi dağıtacak bir şeylerin olmadığı boş bir hayattan bizi kurtarır. Arzunun yokluğunda, varlığımızın merkezinde bir boşluk açılır ya da daha doğrusu sonunda kendini fark ettirir. Salt varoluş katlanılamaz bir yük halini alır.

Canımız sıkıldığında, uyarılmak için can atarız. Can sıkıntısı, eylemin itici gücüdür. Bu yüzden, biraz da olsa can sıkıntısının size iyi geldiğini söyleyenler olacaktır. Ancak can sıkıntısı, önemsiz işlere ilham verir, bunlarla ilgili Schopenhauer şunları söyleyebilirdi: kart oyunu, grafiti, şakalaşma ve sataşma gibi her ne olursa. Ya da daha kötüsü can sıkıntısı; taşkınlık, bağımlılık, şatafat ve tantana gibi yozlaşmalara ilham verir. Biz, ihtiyaçlarımızı çeşitlendirerek zevklerimizi çoğaltırız. Görünürde, can sıkıntısı olan bir yaşam, faal lüks bir yaşamdan ayırt edilemeyebilir. (Nitekim, tüm bunlar gerçekleşmeden çok daha önce, kronik bir can sıkıntısından muzdarip olabiliriz.)

Ancak can sıkıntısı ve yaratıcı düşünce arasında özgün bir bağlantı vardır. Schopenhauer’ya göre dâhinin zihni “başka bir amaç olmaksızın devamlı olarak çalışır ve böylece onun için sürekli akan bir zevk ırmağı olur. Öyle ki can sıkıntısı, sıradanlığın bu ısrarcı evcil iblisi, onun yanına bile yaklaşamaz.” Zengin içsel kaynaklarla beslenen zihinsel faaliyet, can sıkıntısını hafifletecek tarzda bir etkinlik değildir; o, can sıkıntısına direnir. Faal bir zihin, arzuların döngüsünden değil, bizzat düşünme eyleminden zevk alır.

O halde birkaç dikkat dağıtıcı şeyin olduğu bir ortam, gelişen bir zihinsel yaşam için ideal koşuldur. Eğer biri, en başta doğru zihinsel güçlere sahipse az da olsa uyarılma, daha yüksek bir zihinsel faaliyeti mümkün kılar:

Hayal gücünün gücü ne kadar aktif olursa bize duyular tarafından, daha az dış sezgi yönlendirilir. Hapishanede veya hasta odasında uzun süre tek başınalık; sessizlik, alacakaranlık ve karanlık hayal gücünün etkinliği için faydalıdır ve onların etkisi altında kendiliğinden oyununa başlar.

  1. Tek Başınalık: Yalnız Olmanın Erdemi

Schopenhauer’ya göre, can sıkıntısına direndikten sonra gelen zihinsel liyakatin ikinci bir işareti ise tek başınalığın kapasitesidir: “herkesin sosyalliği, kendi zihinsel ederiyle neredeyse ters orantılıdır.” Bununla birlikte, tek başınalığı bu kadar erdemli yapan şey ise başlangıçta net değildir.

Öncelikle, Schopenhauer’ya göre, dâhinin zihinsel güçleri çok kuvvetliyse o zaman neden en ufak bir sosyal rahatsızlıkta onların dikkati darmadağın olur? Gürültücü bir gruba karşı gösterilen aşırı tahammül, onların dayanıklılığının daha iyi bir işareti olmaz mıydı? Çok güçlü olan zihinlerinin, tek başınalığa ya da başka bir şeye ihtiyaç duyması zorunlu mudur?

Çözüm, her ne kadar güçlü veya yetenekli olursa olsun hiçbir zihnin, dış dünyadan gelen en ufak müdahaleler tarafından bile kendi dışına çekilmemesi gibi görünüyor:

Sezgiye; yolculuklarda, dünyanın karmaşasında ya da güpegündüz dışarıdan çok fazla gerçek malzeme verildiğinde, o zaman hayal gücü çalışmayı bırakır ve aktif olmaz, hatta kışkırtıldığı zaman bile vaktinin gelmediğini düşünür.

Kaos sırasında konsantrasyonu sürdürebilmek, herkes için çok zor olmalıdır. Asıl sınavsa en başta konsantrasyonu sağlayabilmektir. Rahatsız edici şeylere karşı yüksek derece hassasiyet, aslında zihnin çalıştığına işaret etmektedir; aksi takdirde rahatsız edecek bir şey olmazdı.

İkinci olarak; Schopenhauer, nasıl olur da tek başınalığı bir yandan zihinsel bir erdem olarak yüceltirken, diğer yandan da bilmeye değer herhangi bir şeyin doğrudan dünyadan, hayattan ve deneyimden edinilebileceğini savunabilir? Bu konuyla ilgili şunu söylemektedir:

Hayatlarını okumakla harcayan ve tüm bilgeliklerini kitaplardan edinen insanlar, bir ülkeyle ilgili bütün bildiklerini pek çok gezi yazısından almış kişiler gibidir. Bunun yerine, hayatlarını düşünerek geçirenler, söz konusu ülkeye kendileri gitmiş olanlara benzerler; sadece onlar, neyden bahsettiklerini, her şeyin orada ne anlama geldiğini gerçekten bilirler ve orada rahat, adeta evlerindeymiş gibi hissederler.

Diğer taraftan Schopenhauer, can sıkıntısı ve sosyalliğin tetiklediği bu tür önemsiz şeyler arasında kesinlikle seyahat etme dürtüsünü sayar. (İroni üstüne ironi: çok gezmiş olmasının yanında Schopenhauer, aynı zamanda çok da bilgili olmasıyla ünlüydü. Hem bu kadar kitap kurdu olan hem de kitaplardan öğrenme konusunda bu kadar olumsuz düşünen bir başkasını bulmak zor olsa gerek.) Schopenhauer’nın düşüncelerini bir araya getirmek bir hayli kafa karıştırıcı bir iştir. Büyük düşünürler, nasıl olurlar da bir yandan bu kadar dünyevi, diğer yandan bu kadar tek başına olabilirler? Onlar gerçekten de dünyaya daha az açılarak mı onu daha iyi bilmektedirler?

Bu kafa karıştırıcı durumun ardında, aslında bir temel düşünce yatar: Kendini düşün. Tek başınalık, bu dünyadan uzaklaşmayı gerektiriyor olabilir ancak aynı zamanda, zihinsel bir özgürlük de sunmaktadır:

Sadece tamamen tek başımıza olduğumuzda, kendimiz olabiliriz; dolayısıyla, tek başınalığı sevmeyen kimse, aynı zamanda özgürlüğü de sevmemektedir; zira sadece yalnız olduğumuzda özgürüzdür. 

Schopenhauer’nın önerdiği fiilî bir yolculuk değil, kendi zihnimize ve düşüncelerimize doğru bir yolculuktur. Bu da başkalarının kendi içsel zihinsel yolculuklarının üretimi olan haritalara bakmanın bir alternatifidir.

  1. Yalnızlık: Tek başınalığın Karanlık Tarafı

Burada, Schopenhauer’nın kalpsizmiş gibi görünme riski vardır. Can sıkıntısına duyarlılıkla tek başınalığa tahammülsüzlüğün, zayıf bir zihnin ürünü olduğu çıkarımı yapılabilir. Sosyal izolasyondan en çok muzdarip olanlara sempati duymayı tercih etmez miyiz? Yalnız olmayı çok kolaymış gibi göstererek onları küçümsemiş olmuyor muyuz?

Doğru, Schopenhauer devamlı birilerinin varlığına ve oyalanmaya ihtiyaç duyan birine çok az sempati göstermekteydi. Ancak bu demek değildir ki o, can sıkıntısı ve yalnızlığın pençesine düşmüş herkes için hiçbir şey hissetmiyor olsun. Nihayetinde, can sıkıntısının bir ızdırap biçimi olarak acı çekmek kadar ciddi bir şey olduğunu bize hatırlatan, Schopenhauer’dan başkası değildir. Can sıkıntısının açtığı yara, çok içeride olduğu için hiçbir zaman çok ciddi gözükmez ancak bu sadece, ızdırabın tespitini zorlaştırmaktadır.

Üstelik Schopenhauer’ya göre, “yalnızlık ve hareketsizlik”ten dolayı sıkılmaktan ölen mahkumları hatırlayın. Burada “yalnızlık” diye çevrilen sözcük, Einsamkeit, Schopenhauer’nın tek başınalık için kullandığı sözcükle aynıdır. Fiziksel olarak, ikisi de sosyal izolasyonla aynı durumdur ancak psikolojik olarak, yalnızlık ve tek başınalık birbirlerinden daha farklı olamazdı.

Ne de olsa yalnızlık, istenmeyen bir sosyal izolasyondur. Ve yalnız olan için rahatsız edici olabilecek şey, kişinin sadece sosyal durumu değildir. Schopenhauer, sosyal izolasyonun yüksek düzeyde zihinsel faaliyete ve özellikle hayal gücüne yardımcı olabileceğini öne sürmektedir. Ancak aşırı aktif bir hayal gücü de her zaman istenen bir şey değildir. Düşünceler de istenmeyen şeyler olabilir ve başka insanların aracılığı olmadan, birinin düşünceleriyle dünya arasındaki sınırlar bulanıklaşmaya başlayabilir.

Schopenhauer’ya göre tek başınalığı yalnızlıktan ayıran şey, can sıkıntısına direnmenin derecesidir. Ancak bazı koşullar altında, örneğin sosyal izolasyonun uzadığı ve kaçınılmaz olduğu zamanlarda, can sıkıntısı ve dolayısıyla yalnızlık dayanılmaz bir hâl almaktadır. Dolayısıyla tek başınalıktan yalnızlığa geçmeye karşı tetikte olmamız gerekir.

  1. Mutluluk: Nimetlerinizi Sayın

Schopenhauer’nın mutluluğun varoluşunu ya da ona ulaşma imkanını reddettiğine dair bir mit vardır. Ancak durum hiç de öyle değildir. Schopenhauer sadece, mutluluk dediğimiz şeyin sandığımız şey olmadığını ifade eder.

Schopenhauer’nın iddiasına göre “genel olarak mutluluk diye adlandırılan şey, aslında ve esasen asla olumsuz ve hiçbir zaman mutlak olarak olumlu değildir.” Daha net bir biçimde söylemek gerekirse: mutluluk, bir arzunun tatmini sonucu olumsuzluğudur. Mutluluk, tatmin olmanın kendisinden çok, arzulamanın sebep olduğu ızdırabın rahatlamasından ibarettir.

Bununla Schopenhauer, mutluluğun hiç hissedilmediğini söylememekte ancak sadece, mutluluğun hissedilmesiyle acının hissedilmesi arasında bir dengesizlik olduğunu ortaya koymaktadır. Kötü şeyler, kendilerini acı ve ızdırap şeklinde göstermede nadiren başarısız olurlar, bizi mutlu etmesi beklenen şeylerse sıklıkla gözden kaçırılabilmektedir. Schopenhauer, “Vücudumuzun tamamının sağlıklı oluşunu hissetmeyiz ancak ayakkabının vurduğu ufacık bir noktayı hissederiz” der.

Schopenhauer’ya göre mutluluk, eğer hissedilirse ve hissedildiğinde, daha önceki veya muhtemel istek durumlarının yansımasından kaynaklanır: “Tatmin ve haz bilişimiz, sadece dolaylı bir biçimde olmaktadır.” Izdırap duygusal bir biçimde doğrudan ortaya çıkarken, mutluluk ise bilişsel ve dolaylı olarak belirmektedir.

Bu yüzden sahip olduklarımızın değerini, elimizde oldukları sırada bilemeyiz ancak onları kaybettiğimizde ve onlara tekrar ihtiyaç duyduğumuzda önemini anlarız. Ve eğer yakın zamanda yaşadığımız birtakım olaylar, bize bir şeyi gösterdiyse o da hafife aldığımız şeylerin nasıl çabucak gözden kaçırıldığı ve onları ne kadar geç fark ettiğimizdir. Aynı zamanda bu, bizi daha minnettar olmaya cesaretlendirirken alışılmış minnettarlığı ifade etmeyi beceremediğimizi de göstermekte ve gelecekteki nimetlerimizi saymak için şu anda kendimize verdiğimiz sözleri tutabilme yeteneğimizi de şüpheye düşürmektedir. Ancak en azından, onlar en sonunda geri döndüğünde, biz de büyük bir rahatlama hissini dört gözle bekleyebiliriz.

Dolayısıyla, “biz; bizi kurtaran ihtiyaçları, hastalıkları, istekleri ve benzer şeyleri hatırlamaktan zevk alırız. Çünkü bu, hâlihazırda sahip olduklarımızı sevmemiz için tek yoldur.” Senin için umut var.

©® Düşünbil (2022)

Yazar: David Bather Woods
Çeviren: İrem Elçi-Bozkurt
Çeviri Editörü: Selin Melikler
Kaynak: medium.com


Paylaş

Düşünbil Portal

Düşünbil Portal, bilim, felsefe ve psikanaliz alanlarında yazılı ve görsel içerikli makale, deneme ve çeviri yayınlayan çok içerikli bir portaldır. Genel okur-yazar kitlenin bilinçlenmesini ve farkındalık kazanmasını amaçlamaktayız. “Düşünen her insan gençtir” vizyonu ile her genç insana hitap etmeyi amaçlayan Düşünbil Portal, dergi ve etkinliklerle bu amacını geliştirmektedir.

https://www.dusunbil.com