• 23 Temmuz 2018
  • Aziz Ardıç
  • 0
Paylaş

Friedrich Nietzsche (1844-1900) “İnsanca Pek İnsanca adlı kitabının ilk bölümü olan “İlk ve Son Şeylere Dair“in 4, 12 ve 13. pasajında rüya konusunu ele almıştır. 1886 yılında kitap için yazdığı önsözün başında Nietzsche, “Her şey yalnızca insanca, pek insanca mı?” diye sormaktadır. Esas itibariyle, ahlaki kalıplar dışında bir söylem arayışı (onun değişiyle –iyinin ve kötünün ötesi-) dikkat çekmektedir. Yine kitapla ilgili vurgulanması gereken bir diğer nokta, “özgür” üslubunu kurma çalışmalarının bir uzantısı olarak nihayetinde serbest ve açık bir şekilde söylemlerini şekillendirme girişimidir. Yazar birçok kişi tarafından çağının çok ötesinde görülse de, 19. yüzyılı düşünürsek, doğal olarak olumsallık anlayışının tam oturmadığını ve insanı konumlandırma algısının devam ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca, önemli bir silsilenin habercisi olarak, psikoloji disiplininin ön plana çıktığı görülmektedir.

Nietzsche’nin psikoloji disiplinine verdiği önem, yer yer kendisi tarafından farklı pasajlarında ve aforizmalarında da dillendirilmektedir. İnsan düşünüş ve eylemlerinin artzamanlı ve eşzamanlı olarak dogmatik olmayan bir zeminde açıklığa kavuşturulması, kültürel ve mitsel öğelerin de titizlikle incelenmesini gerekli kılar. Öyle ki, bu temalardan birisi de geçmişten günümüze her kültürde insanlar tarafından büyük ilgi gören rüyadır. Burada rüyaların eski insanlarca nasıl kavrandığı konusu önemlidir. Çünkü Nietzsche’ye göre bu yorumların sonucu, bize pek de yabancı gelmeyecek önermeler içerir. Rüyaların ikinci bir reel dünya olduğu ve ölülerin yaşayanların rüyalarına göründükleri için “yaşamlarına” devam ettikleri gibi önermeler daha sonra metafiziğin doğuşuna vesile olacaktır. Burada bir bölünme söz konusudur ve bu bölünme iki farklı dünyayı -ya da ruh-beden gibi ikiliklerini- beraberinde getirir. Nietzsche’ye Tanrı inancının bir olası yorumu; rüyaların ilk kültürler tarafından yanlış yorumlanmasının bir ürünü oluşudur.

Bugün, Carl Gustav Jung gibi psikologlar ve birçok antropolog sayesinde, geçmiş insanlar hakkında ve farklı kültürlerde rüyalara dair veriler hem sayıca fazla hem de güvenilirdir. Bilindiği üzere Nietzche’den sonra, farklı kültür ve dinlere ilgi duyan Jung da bu konuya önemli ölçüde eğilmiş ve sahaya çıkarak bilimsel çalışmalar yürütmüştür. Elbette rüyalardan hareketle bilinçaltındaki rahatsızlıkları tespit etmeye çalışan ana akım psikolojinin de bu yönelişte etkisi büyüktür. Yine de Sigmund Freud ile olan ters düşmesi burada önemlidir. Rüya konusunda “indirgemeci” olarak gördüğü Freud’un libido temelli telafi mekanizmasına karşı çıkar. Jung’un bu alandaki söylemleri kolektif bilinçdışı ve arktetip gibi daha önceki kavramlarıyla bir takım ayrılıklar içermektedir. Burada Jung’un ısrarla vurgulanmasının nedeni, Nietzsche’nin açıklamalarına olan yakınlığındandır. Zihinsel prototip ya da arketip dediğimiz tümel imgelerden oluşan kolektif bilinçdışı, evrimsel düzeyde insanın psişik yönleriyle ilgidir ve -Nietzsche’nin tabiriyle- “ilk kültür” insanlarından bize geçmiştir. İnsanı evrimsel bağlamından koparmak istemeyen Jung, tikel insanın geçmişini, insanın geçirdiği evrimden ayrı bir düzlemde görmez. Rüyalar ise bunun en iyi örneklerinden biridir. Rüyalar kolektif bilinçdışı taşıyabilmektedir.

Nietzsche’ye bu bağlamda geri dönecek olursak, rüyaların geçmiş insanı nasıl ve ne yönde anlamaya elverişli bir araç olduğunu 12 ve 13. pasajlarda dile getirdiğini görürüz.

Uyku esnasında keyfi ve belirsiz olan bellek, insanlığın ilk dönemlerindeki gibi bir “eksiklik” durumuna döndürülür. Benzerliklerden yola çıkarak gördüğü nesneleri birbiriyle karıştırır (Jung bunlara arketiplerden türeyen “semboller” diyecektir). Mitoloji de Nietzsche’ye göre belleğin aynı keyfiliği ve belirsizliğiyle insanlar tarafından oluşturulmuştur. Rüyadayken beynimiz ilkel insanlar gibi çalışmaktadır: nesneleri tanıyamama, hatalı eşleştirme ve sonucunda kötü çıkarımlar. Halüsinasyonların sıklığıve tüm topluma yayılması hususunda da rüyalar bize, insanların geçmiş dönemlerinde nasıl düşünmüş olabileceği konusunda bazı ipuçları verebilirler.

Peki neden rüya görürüz ve “rüyalardaki mantık” nedir?

Nietzsche’ye göre insan uyku durumundayken, çeşitli hormonları salgılamaya, kanı gürültülü biçimde dolaşmaya ve mide sindirim görevini yapmaya devam eder. Bunun gibi nedenlerle sinir sistemi sürekli hareket halindedir. Ayrıca uyku pozisyonu, kol ve bacaklara baskı uygular. Bağırsakların kıvrılması, kafanın farklı kas hareketlerine yol açması, ayakkabılarından çıkmış ancak yere basmayan ayaklar vs. Bunların hepsi, insan vücut sisteminin belirli düzeni dışına çıkmasıyla beyin fonksiyonlarını etkiler. Akıl da bu hareketliliğin nedenlerini araştırır. İşte, rüyalar tüm bu duyumların nedeninin araştırılması ve temsil edilmesidir. Rüyalarda bu duyumsamalara nedenler (bkz: Lat. causa) ararız ve bulduğumuz ilk hipotezi aceleyle doğru kabul ederiz. Akıl bu durumda nedenden sonuç değil fakat sonuçlardan nedenler arar. Geçmişteki insanlar uyanıkken de rüyalardan benzer sonuçlar çıkarmıştır.

Tüm bu rüya sürecine benzer biçimde eski insanlar, açıklanmayı gerektiren bir şeyle karşılaştıklarında akıllarına ilk gelen nedeni (causa) yeterli kabul etmişlerdir. “Yüksek bir akıl” geliştiyse, kökeni buralardadır. Onların akıl durumunu ve koşullarını anlamak istiyorsak çok uzaklara değil, bizzat rüyalarımıza müracaat etmek gerekebilir. İnsan tarihi boyunca bu “indirimli” ve fantastik açıklamalarla eğitildik. Oysa şu an bile akli (Alm. vernuft) ve zihinsel (Alm. verstand) işlevlerimizin o ilksel tümdengelim biçimlerine geri dönebiliyor ve hayatımızın hemen hemen yarısını bu durum içinde yaşadığımızı söyleyebiliyoruz. Elbette burada belirtmek gerekiyor ki bu imgelerin oluşumu, uyanıkken edindiğimiz ve beyni baskı altına almış dış verilerden elde edilir.

Hiç kuşku yok ki kültürel pratikler ve söylemler, gün içinde karşılaştığımız olguları okumamızda bize rehberlik eder. Örneğin; bir olgunun ne anlam ifade ettiğinin veya ilişkilerin hangi pratiklerle sürdürülmesi gerektiğinin egemen kültür tarafından üyelerine yüklenmesi. Dış verilerin belirli bağlamda okunması, zihinsel süreçlerimizi ve doğal olarak rüyalarımızı etkileyebilir. Yani burada karşılıklı etkileşimden söz etmek hiç zor değildir. Tek başına rüyaların mitoloji, din ve kültürel söylemleri oluşturduğunu iddia edemesek de bu unsurların da rüyalara etki ettiğini göz önünde bulundurmalıyız.

Sonuç olarak, rüyalar biz ve geçmişte yaşayan insanlar arasında mitsel önermelerle örülmüş bir köprü görevi görebilir. Bu mitsel öğelere nasıl ulaşıldığı konusu, rüya durumunun analizini gerektirmektedir. Böyle bir hipotez, Jung’un da dile getirdiği “kolektif bilinç” teorisini anlamamıza bir nebze yardımcı olabilir.

Yazar: Aziz Ardıç

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Aziz Ardıç

İstanbul Üniversitesinde Antropoloji, Latin Dili ve Edebiyatı ve Felsefe alanlarında eğitim aldı. Lisans tezini insanın dil yetisi üzerine yazdı. Şu anda aynı üniversitenin Felsefe bölümünde yüksek lisans öğrencisi. Felsefenin dil, politika, bilim, matematik, epistemoloji, etik; Roma düşünce tarihi ve etnografya alanlarında akademik çalışmalar yayınlama ve ayrıca Latince kitaplar çevirme hedefleri var. Düşünsel anlamda en çok etkilendiği kişi Michel Foucault'dur. Aynı zamanda çeşitli STK'larda gönüllülük faaliyetleri yürütmekte, tiyatro asistanlığı yapmakta ve tarımla ilgilenmektedir.