Paylaş

Çok yakışıklı bir delikanlı olan Narcissus, kendisine âşık olanlara tepeden bakmayı ve kibirlenmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Bu halini gören tanrılar onu cezalandırmaya karar verirler ve bir su birikintisinin kenarındayken onun kendi aksine âşık olmasını sağlarlar. Zaman içinde aslında sudaki yansımasına tutulduğunu ve aşkına hiçbir şekilde karşılık alamayacağını anlayan Narcissus sonunda bu duruma dayanamayarak intihar eder.

Bir diğer mitolojik perspektifte ise Narcissus’un, güzel peri kızı Echo’nun aşkına karşılık vermediği için cezalandırılarak kendisinin dağ gölündeki yansımasına karşı sonsuz bir aşkla tutulmakla lanetlendiği, sudaki yansımasına hasret çektiği ancak ona dokunamadığı için oracıkta eriyip gittiği ve sonunda güzel bir çiçeğe dönüştüğü betimlenir.

Her iki yaklaşım da doğru olabilir ancak şu nettir ki Yunan mitolojisinin pek bilinen bu popüler öyküsündeki özsever kimlik en nihayetinde kendi varlığına son vermiştir. Aslında bu hazin öykü ‘mükemmellik’ kavramının kendi kendini imha edişiyle, mükemmellik tanımının içinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu ispat eden mitolojik bir trajedidir. İnsan mükemmel değildir, bunu beklemek de bir o kadar kusurlu bir yaklaşım ve tercihtir.

Peki ne demektir mükemmellik? Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ‘eksiksiz, kusursuz, tam, yetkin olmak’tır. Oysa eksiksizlik, kusursuzluk, tam ve yetkin olmak felsefi olarak çoğu filozofa göre imkansızdır. Elbette bu ifadeler zihinde kabaca hedef olarak konumlandırılabilir ancak pratikte asla ulaşılamayacak simgesel değerlendirmelerdir. Psikolojik perspektiften bakacak olursak pek çok ünlü kişilik kuramcısına göre bu olguların yaşayan bir organizma içindeki tezahürü, somut herhangi bir karşılık bulamamaktadır. Özetle mükemmellik, sonlu doğası gereği, insan tarafından sıklıkla yapılan, çarpıtılmış bir yorum kalıbıdır. Bu bakımdan mükemmel ve mükemmellik tam manasıyla birer yanılgıdır.

Mükemmellik yorum kalıbı psikolojik açıdan çoğunlukla bireyin yüksek standartlar oluşturma alışkanlığı ile mayalanmıştır. Kişi hem kendisinden hem de çevresinden üretim ve performans bakımından ulaşılması oldukça güç ve hatta imkânsız olan kriterlere ulaşmasını bekleyebilir. Bireyin yaşamı değerlendirdiği ve yorumladığı renk skalasında beyaz ve siyah hakimdir. Ya hep ya hiç algısı belirleyicidir. Örneğin; iş yaşamında %80 gibi gayet pozitif bir hedef gerçekleştirme, performans değerlendirmesinde ‘neden %100 değil?’ şeklinde yorumlanabilmektedir. Bu bakış açısı doğal olarak mükemmellik yorum kalıbı içinde mayalanmış bireyi ve çevresini zaman içinde oldukça yorar. Ya hep ya hiç algısı, ‘mükemmel, eksiksiz, kusursuz ve tam’ kriterlerine dayandığı için karşılanması süreklilik açısından imkânsızlık arz eden bir başka paradoksa ve getirisi olarak da tatminsizliğe, mutsuzluğa yol açar. 

Mükemmellik yorum kalıbının bakış açısı özelinde beraber mayalandığı diğer bir kök neden kendini aşırı derecede beğenme eğilimi olabilmektedir. Sosyal manada toplumun her katmanında yer alan bireylerde, zaman zaman eğitim seviyesinden de bağımsız olarak görülebilmektedir. Bilincinin nerede ve hangi seviyede olduğunun, kendi hal, hareket ve tavırlarının farkında olmayan veya olmak istemeyen, ‘Nosce te ipsum’ yani ‘kendini bilmek’ gibi gelişimsel meseleleri bulunmayan bireylerde görülebilen bir davranış paternidir. Bu patern bazı bireylerde kişilik bozukluğu formuna evrilebilmektedir. Yazının başında belirttiğim gibi mitolojideki önemli ve sembolik konumundan beslenerek psikoloji bilimi literatürüne Narsisistik Kişilik Bozukluğu ya da ‘Narsisistik Eğilim’ tarifi kapsamında girmiştir.

DSM-5 Tanı Ölçütleri’ kitabında (1) Narsisistik Kişilik Bozukluğu şu belirlemelerle ifade edilmektedir: büyüklenme, sınırsız başarı, güç, zekâ, güzellik ya da yüce bir sevgi düşlemleriyle uğraşma, “özel” ve eşi benzeri bulunmaz biri olduğuna ve ancak özel ya da üstün olan diğer kişilerce (ya da kurumlarca) anlaşılabileceğine ve ancak onlarla ilişki kurması gerektiğine inanma, çok beğenilmek isteme, hak ettiği ve her ne istiyorsa yapılacağına ilişkin anlamsız beklentiler içerisinde olma, kendi çıkarı için başkalarını kullanma, empati yapamama, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini anlamak istememe, sıklıkla başkalarını kıskanma ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanma, başkalarına saygısız davranma, kendini beğenmiş̧ davranışlar ya da tutumlar sergileme…

Elbette tanı koyma süreci ve bağlı belirlemeler, alanında uzman psikiyatr ve klinik psikologlar tarafından değerlendirilebilir ve bu sebeple profesyonel olmayan bir şekilde etiketleme yapmak bilimsel açıdan doğru değildir. Diğer taraftan dünyada yaşayan halkların büyük bir kısmının artan bir trend ile mükemmellik sarmalının içinde olduğu ve bunun yaşamı birey için çekilmez bir hale getirdiği de aşikardır.

Bilimsel kuramların pek çoğunda narsisizmin köksel nedenleri arasında bireylerin çocukluk dönemlerindeki deneyimler öne çıkar. (2) Örneğin; şımartılarak her istediği yapılan, kendisinin üstün olduğu fikrinin aşılandığı… Veya her türlü ihtiyacı ebeveynleri tarafından karşılanarak bağımlı hale getirilmiş ve yeterlilik hissi törpülenen… Veya anne baba sevgisinin ve şefkatinin yüksek beklentilerle oluşturulan hedeflere atandığı, bağlandığı, ancak o hedeflere ulaşıldığında sevgi ve şefkat gösterilen ve bu nedenle de yalnız, sevgi ve şefkatten yoksun bırakılmış çocuk deneyimleri olabildiği bilinmektedir. Bu köksel nedenler tek başlarına olabileceği gibi karma örüntüler içinde de tezahür edebilmektedir. Özsever eğilimli bireylerin çocukluk deneyimleri, yetişkinlik sürecindeki davranış ve bağlı yorum kalıpları açısından büyük önem arz etmektedir.

Diğer taraftan ebeveynlere ait olan ‘tam olmak, eksiksizlik, mükemmellik’ vb. nitelikteki arayış ve beklentilerin karşılanamaz yapısı temelde bireyin içsel yetersizlik algısı yorumu ile de bağıntılı olabilmektedir. Örneğin bu tip bir kusursuzluk tanımı içinde yetişmiş birey, ebeveynleri tarafından tarif edilen ‘başarısızlık’ durumunu yaşadığında, anne babasının kendisi ile dalga geçtiği, alay ettiği bir ortamda kalabilir. Böyle bir aile içi iklime maruz bırakılabilir. Bu durumda yetişkinliğe evrilen gelişim sürecinde, bireyde, performans kavramını ve ‘mükemmellik tanımı dışındaki olasılıkları kabul etmeyen ve seçenek olmaktan çıkartan, kökeninde yetersizlik hissi yatan aşağılık kompleksi gelişebilir. Ve buna bağlı olarak, içsel toleranstan mahrum kalarak kendini değersiz bulan ve yetersiz olduğuna inanan nitelikteki aşağılık kompleksinin üstünü örtebilmek için üstünlük kompleksi de gelişebilir.

Mükemmeli arayan davranış eğilimleri, beklenti ve sonuç değerlendirme bağlamında kolay kolay doyum sağlayamaz. Bu davranış örüntüsü, kişinin hem kendisine hem de diğerlerine karşı toleranstan uzak duran empati yoksunluğu ile beraber görülebilmektedir. Oysa her türlü olayın içinde olasılık kavramı vardır. Hayatın her alanı pozitif kadar negatif seçenekleri ve ihtimalleri de barındırır. Olasılıklar her türlü sonucun ihtimal dahilinde mümkün olduğunu ifade eder. Diğer taraftan narsisistik eğilimlerin baskın olduğu ve mükemmellik algısına sahip olan bireylerin yorum kalıplarında oluşturdukları hedefler ve planlarda tek olasılık mevcuttur. Dışındaki ihtimaller ‘kabul edilemez’ oldukları için seçenek olmaktan çıkartılmışlardır. Seçeneksizlik, tek seçenek ve bağlı olarak yegane olasılık haline dönmüştür ve bu eğilimin içeriği hem kişiye hem de etrafına yüklü psikolojik faturalar ödetir.

Kaynağı narsisizm olsun veya olmasın, kavramsal açıdan modern yaşamın içinde olan bitenin gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemdeki mükemmellik yorumlamaları, değerlendiren bireyler hangi sosyal statüde olursa olsun birbirinden pek de farklı olmayan bir algı ile, ‘galibiyet ya da mağlubiyet’ gibi bir seçeneksizlik sarmalından bakarak yapılmaktadır. Bu kişilerin beklentileri, gerekli, zorunlu, -meli, -malı, doğru ya da yanlış gibi statik değerlendirmelerle perçinlenmiştir. Örneğin; bu tip bir algı ile olayları yorumlayan bir yöneticinin kendisine bağlı çalışan iş arkadaşlarını yine kendisine göre doğru olan tek istikamette çalışmaya sevk etmesi gereklidir. Çünkü doğru tektir, bakış açısı ve kişisel farklılıklar kolay kolay kabul edilemez niteliktedir. Arzu edilen sonuçlara ulaşmak için ortaya konulacak bireysel yorum farklılıkları iyi niyetli de olsa, yok hükmündedir. ‘Zorundasın, yapamazsın, yanlış’ ve benim dediğim doğrudur, çünkü yıllardır bu böyledir ve benim görevim de zaten size ‘doğru yolu göstermektir’ gibi anlayışlarla taçlanabilir. İşte bu basit örnekte görülen nedenlerle insanlık, ölümlü ve sonlu bir yaşam sürmenin içindeki belki de en önemli dinamik olan olasılık kavramından kopmaktadır.

Mükemmellik algısı ve özsever eğilimleri nedeniyle kendi konfor alanını tek doğru kabul eden ve bunu baskı ile empoze eden; hata yapmaktan, diğerlerinin performansının kendisini aşmasından korkan, kendisi ile barışamayan, daha değişik yaklaşımlara kapalı olan, kısıtlayıcı ve değişime kapalı bireysel algıların hem kurumlara hem toplumlara hem de devletlere ve halklara ne kadar zarar verdiği de bu makalenin önermesi gereğince ortadadır. İşin daha da acı tarafı bu davranış eğilimleri içinde olan yöneticilerin kısa vadede sözüm ona daha iyi sonuç aldıkları için kurumlar tarafından tercih edilmekte olmasıdır. Oysa bu eğilimdeki kişilerin yönetsel anlamda, değişen kuşaklarla iletişim kurmakta giderek daha da zorlandıkları, daha fazla insan kaybına sebep olarak uzun vadede kurumlara daha büyük zararlar verdikleri ve atıl kaldıkları da ortadadır.

Bu nedenlerle dünyanın özellikle az gelişmiş veya klişe ifadeyle ‘gelişmekte olan’ birçok bölgesinde, özellikle kaliteden ziyade kantitenin öne çıktığına, metanın hümanizmi yavaş yavaş yok etmesine, çoğulculuk yerine çoğunluğun yani sayıca daha çok ve kaba kuvvet bakımından daha güçlü olanların hüküm sürdürdüğü ötekileştirme içerikli zamanlara şahit oluyoruz.

Makro anlamda ‘bu denli teknolojik gelişmişliğine’ karşın insanlık, halen kendisi dışındaki diğer canlıların geleceğini belirlemeye kendinde hak görebilmekte ve yaşam hakkının salt türüne ait olduğu gibi bir garabetin içinde ‘ilerlemektedir’.

Dolayısı ile bir parçası olduğumuz doğanın diyalektiğinin devamlılığı uğruna bu dünyanın gerçekliğine aykırı olup akla uygun düşmediği aşikar olan, her boyutu ile kendisine ve çevresine zararlı bulunan mükemmellik yorum kalıbı ve özsever eğilimlerle başa çıkabilmek için her düzlemde fedakârlık yapmak, gelişim ve değişim için bireysel, kurumsal ve toplumsal çaba göstermek gerekmektedir.

Unutulmamalıdır ki ‘gelişmişlik’ kavramı tek boyutlu, primitif varoluş formülleri ve günlük çıkarlara odaklanan palyatif yöntemleri içermemektedir. Çünkü insanlık; bilim, akıl ve bilgeliği ancak bireysellikten doğabilecek uyuşmazlıkları ve bakış açısı farklılıklarını tolerans ve sevgi ile kucaklayarak kavrayabilir.

Kaynakça:

(1) DSM-5 Tanı Ölçütleri Başvuru Kitabı
(2) Sapere Aude; Yazar: Emrah Yolaç

Yazar: Emrah Yolaç

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.


Paylaş

Emrah Yolaç

2008 yılından itibaren Radikal başta olmak üzere birçok gazete ve dergide yazılarım yayınlandı. Potansiyel ve kişisel farkındalık konusunu işlediğim ilk kitabım "Sakın Vazgeçme" 2017 yılının haziran ayında, psikoloji temelli ikinci kitabım ''Sapere Aude-Düşünceden Duyguya'' ise aralık ayında raflardaki yerini aldı. Varoluşçuluk tezi üzerinde düşünüyor ve üretiyorum. Halen Klinik Psikoloji Yüksek Lisansı ve akademik çalışmalarıma devam ediyorum. Aynı zamanda psikoloji temelli, yetkinlik bazlı kurumsal ve bireysel gelişim eğitimleri veriyor ve danışmanlık yapıyorum.