Paylaş

Kendi kendimize kaldığımız, yani varlığımıza başka tek bir bilinçli canlının tanıklık etmediği anlar ile bir, iki, on veya yüz kişilik bir kamuoyunun huzurunda olduğumuz anlardaki davranış şekillerimiz arasında belirgin bir fark vardır. Tanıklık eden varlığı “bilinçli bir canlı” olarak ifade etmemin sebebi, bizim bu yöndeki varsayımımızdır. Örneğin, hayvanları bilinci olan canlılar olarak kabul etmediğimiz için (?) onların bizim hakkımızda iyi veya kötü yargılarda bulunmayacağını varsayarız. Bir insanın önünde yapmanın bize utanç hissettireceği, yalnız yapmayı tercih edeceğimiz birtakım davranışları bir hayvanın bakışları altında yapıyor olmak bizde büyük bir rahatsızlık duygusu uyandırmaz. Kedimiz bize bakarken tuvaletimizi yapabilir, köpeğimizin çirkin bulduğumuz sesimizden şarkılar dinlemesine müsaade edebiliriz. Bu durumda, aslında bu iki senaryoda bizi farklı davranmaya iten nedenin bizim dışımızdaki bir varlıktan ziyade, o varlığın zihninden geçeceğini düşündüğümüz yargılar olduğunu söyleyebiliriz.

Tekil hayatlarımız içerisinde hepimiz kendi yaşantımızın izleyicisi durumundayız ve elbette sık sık kendimiz hakkında olumlu / olumsuz yargılarda bulunuyoruz. Ancak bu yargıları, özellikle de pek hoşumuza gitmeyenleri kimse duymadan örtbas edebiliyor, kendimizce makul bulduğumuz açıklamalarla savuşturabiliyoruz. Bizim dışımızdaki birisine içimizi açtığımız anlar ise tamamen bizim kontrolümüzde. Kendimize dair bilgilerin tamamını paylaşmak zorunda bile değilken; paylaştığımız kadarını mantıklı görünen açıklamalarla süsleyebilir ya da onlara biraz duygusallık katabiliriz. Oysaki başkalarının bizimle ilişkili olumsuz yargılarını dile getirme şekillerini ve bunları paylaştıkları ortamları kontrol etme gücüne sahip değiliz. Hakkımızdaki olumsuz yargılar, aynı düşüncelere biz de sahip olsak bile başkalarından duyduğumuzda daha çok canımızı yakar. Üstelik ya bize ilişkin bu çok önemli bilgiler gittikçe daha fazla sayıda kişiye ulaşırsa yani yargıçlarımızın sayısı artarsa?

Bize yöneltilen bazı ifadelerin açıkça “iyi” ve açıkça “kötü” olduğu konusunda başkalarıyla kolaylıkla uzlaşabiliriz: “-Bana söylediklerinin ne kadar ağır olduğunu sen de duydun değil mi?Evet, nasıl böyle konuşabilir!”, “Duydun ya, söylediklerine bakılırsa benim bu konuda harika olduğumu düşünüyor. -Evet, gerçekten de öylesin!” Bağımsız yargıçlar övüldüğümüze veya yerildiğimize şahitlik etmiş, görüşümüzü onaylamıştır.

Hâlbuki bazı durumlarda bize yöneltilen ifadeleri anlayabilen bir tek biziz gibi görünür. “-Bana söylediklerinin ne kadar ağır olduğunu sen de duydun değil mi?Hayır, bu senin yorumun.”, “Duydun ya, söylediklerine bakılırsa benim bu konuda harika olduğumu düşünüyor. -Hayır, bana pek öyle gelmedi.” Bağımsız yargıçlar bu defa fikrimizi, yaşadığımız öfkeyi veya gururlanma hâlini paylaşmamıştır.

Bu senaryolardaki ortak nokta, her ikisinde de bize dair iyi veya kötü birtakım düşünceler dile getirmiş kimseler olması ve bizim bunları olduğu gibi kabul etmiş olmamızdır. Senaryolar arasındaki fark ise; biz bu durumu üçüncü bir kişiyle paylaştığımızda bu üçüncü kişinin bizi onaylaması ya da onaylamamasıdır. Genellikle ilk senaryoda, hissettiğimiz öfke veya gururu daha makul buluruz çünkü düşüncelerimiz bir başkası tarafından da tasdik edilmiştir.

Hâlbuki bu senaryolarda sorgulanması gereken üç konu vardır: Bir başkasının bana ilişkin yargıları ne kadar objektiftir? Benim bu yargılara ilişkin algılarım ne kadar objektiftir? Bağımsız yargıç varsaydığım gözlemcinin yargıları ne kadar bağımsızdır? Bana kalırsa, kendimize ilişkin yargılarımız bile pek çok karmaşık düşünce ve duygu tarafından kirletilmişken, başkalarının bize ilişkin tüm yargılarının kendi duygu, düşünce ve psikolojik hâllerinden tamamıyla arınmış olduğunu varsaymak pek makul değil. Bu durumda hepimiz çoğunlukla kendi psikolojik ve zihinsel çıkarlarımıza hizmet eden fikirleri kabul etmeye yanaşıyoruz gibi görünüyor.

Peki, maruz kaldığımız ifade ve olayların bizde belli başlı duygulara yol açma süreci nasıl işliyor?

Bilişsel psikoloji, duygularımızın oluşumunu şu şekilde açıklıyor:

Uyaran → Bilinçli Anlam → Duygu

Bu demektir ki, biz dışarıdan bir uyarana –ki bizim konumuz içerisinde bu bize yöneltilmiş olumlu /olumsuz bir yargıdır– maruz kaldığımızda buna öfke, üzüntü, heyecan, gurur gibi duygusal bir tepki vermeden evvel o yargıya bilinçli bir anlam yükleriz.

Bir olayın özel yorumunun spesifik içeriği, kişide spesifik duygusal tepkilere yol açar. Kişinin yaptığı yorumların türüne bağlı olarak kendisinin memnun, üzgün, sinirli olabileceğini veya korkabileceğini ya da duygusal açıdan tümüyle tepkisiz kalabileceğini söyleyebiliriz. Bir olaya gerçekçi olmayan ve abartılı bir anlam yükleyen bir kişinin duygusal tepkisi de muhtemelen uygunsuz ve aşırı olacaktır” (1).

Bu durumu örneklemek için sıklıkla kullanılan bir senaryo daha açıklayıcı olabilir: Karşıdan gelen bir tanıdığımız bize selam vermeksizin yanımızdan geçtiğinde üzüntü, öfke gibi duygular deneyimleyebilir veya tepkisiz kalabiliriz. İşte bu duygusal deneyime yol açan, uyaranla karşılaştığımızda olaya yüklediğimiz anlam olacaktır. “O kendini beğenmiş zaten hep böyle yapıyor” düşüncesi öfkeye, “Benden hoşlanmıyor, benimle konuşmak istemedi” düşüncesi üzüntüye ya da basitçe “Sanırım  beni görmedi” düşüncesi nötr bir duygudurumuna neden olabilir. O halde; bir kimse bizimle ilgili bir yargıda bulunduğunda duygularımızı belirleyen şeyin salt kişinin ifadesinden ziyade, bizim o kişinin ifadelerini yorumlama şeklimiz olduğunu söyleyebiliriz.

Peki kendimizi övgü ve yergilerin bu kaygan zemininden korumak, başkalarının ifadelerinin üstümüzdeki etkisini azaltmak için neler yapabilir, nasıl düşünebiliriz?

i. Özel, aile, iş ve sosyal yaşamlarımızda iyi veya kötü niyetli oluşlarından bağımsız olarak pek çok yargıçla birlikte yaşıyoruz. Bu yargıçların muhakeme gücünün sağlıklı olduğunu varsayıp bize yöneltilen her düşünceye körü körüne inanmak zorunda olmadığımızı hatırlayabiliriz. Unutmayalım ki, “yargıcın kararı kusursuz değildir” (2).

…yine de bir zamanlar onu övgülere boğan hizmetliler, yeni birine methiyeler düzmeye öylesine dalarlar ki, kendi muhakeme yeteneklerini değerlendirmeye fırsat bulamazlar” (3).

ii. Övgüye duyduğumuz şiddetli arzu ve yergiden bir o kadar korktuğumuz gerçeği, bizi eylemsizliğe itiyor. Eleştiriden duyduğumuz korku veya övgüye duyduğumuz hevesin bizi hareketsiz bırakmasına izin vermeyebiliriz.

Eleştiri ve övgüler, kuşkusuz hareketin, sakinliğin belirsizliği de durağanlığın işaretidir. Eğer hiçbir şey yapmaz, hiçbir şeyi riske atmazsak bizi kabul ya da reddedecekleri aşırı uçlar oyununa girmemiş oluruz. Eğer hareket edersek, mantıksal ve doğal olarak tavrımızdan memnun olanların var olacağı gibi olmayanların da olacağını kabul etmeliyiz. Ve yürüyüşümüzü bu nedenle durdurma zorunluluğu hissetmemeliyiz” (2).

iii. Kulaklarımızı sadece yergiye kapatmayıp övgüye de eşit mesafede yaklaşmaya çalışabiliriz. Davranışlarımızın doğruluğunu belirlerken takdir beklentimizi değil evrensel etik ölçütleri dikkate alabiliriz. Ulaşmak istediğimiz hedefleri belirlerken, kendi kapasitelerimizi, sahip olduğumuz imkânları ve en önemlisi ideallerimizi göz önünde bulundurabilir, “hiç gelmeyecek alkışları beklerken, yaşamda yararlı ve etkili davranmak için fırsatları yitirmemeye, boş spekülasyonlarda kaybolmamaya” (2) dikkat edebiliriz.

Nasıl güneş aydınlatmayı, dalgalar da kıyıları dövmeyi bırakmıyorsa, aynı değişmezlikle geçici ve değişken yorumlardan önce, eski ve derin bilincinin sesine yer açarak idealist kaderini gerçekleştirmelidir” (2).

iv. Elbette tüm bunları yaparken, gelişimimiz için gerçekten faydalı olan eleştirilere kulaklarımızı kapatmamalı, kimi övgü ve takdirlerin bizi motive etmesine izin vermeli, bunları ayırt edebilmek için de sağduyumuzu geliştirmeliyiz.

İnsanların bize kendimizi iyi / kötü hissettiren söz ve davranışlarından sonra, bize iyi veya kötü hissettirenin ne olduğunu dürüstçe irdeleyebilir, kendi içimizdeki yargıcı daha bağımsız bir hâle getirmeye çabalayabiliriz. Örneğin, bir süreliğine bu gibi deneyimlerden sonra bize ulaşan yargıyı ve bunu takip eden düşünce ve sonrasında gelen duygumuzu kayıt altına alabiliriz. Böylelikle “Benim hakkımda nasıl bir yargı dile getirildi?”, “Ben bu yargı hakkında ne düşündüm?” ve “Olaya ilişkin yaptığım yorum sonucunda bende nasıl bir duygu oluştu?” sorularını cevaplayarak kendi otomatik yorumlarımıza ilişkin farkındalığımızı artırabiliriz.

v. Son olarak, kendimize sık sık Epiktetos’un kolayca akılda kalacak şu sözünü hatırlatabiliriz: “Bizi üzen şeyler değil, o şeyler hakkındaki fikirlerimizdir.”

Kaynaklar:
(1) BECK, A.T. (1976). Bilişsel Terapi ve Duygusal Bozukluklar (V. Öztürk, A. Türkcan, Çev.). Litera Yayıncılık: 14 (2).
(2) GUZMAN, D.S. (2013). Günlük Kahraman (M. İlgürel, Z. Elkırmış, Çev.) Yeni Yüksektepe Yayınları.
(3) ISHIGURO, K. (1989). Günden Kalanlar (Ş. Susam-Saravea, Çev.) Yapı Kredi Yayınları: 4394(1239).

Yazar: Seval Dönmez

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Seval Dönmez

1989'da Ankara'da doğdum. Hacettepe ve ODTÜ’de Psikoloji alanında eğitim aldım. Yol arkadaşım Çikilop'um (tekirim) ile zaman geçirmeyi, piyano müzikleri dinlemeyi, yazmayı seviyorum. Hayatı, konuşmalarımızı ve olan bitenleri şuna benzetiyorum: "İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım." (Halil Cibran)