• 18 Haziran 2018
  • Kaan Onur Kaftanoglu
  • 0
Paylaş

Yazıya başlamadan önce belirtmem gerekir ki bu yazı bütünüyle Descartes’ı ve onun felsefesini baz almıyor. Ancak pek tabii Descartes’ın felsefesi ile yakından ilişkileri de var anlatacaklarımın. Belki direkt olarak Descartes’ın adını geçirmeyeceğim ancak dolaylı olarak onunla da ilgisi olduğunu bilmenizi isterim. Bu tür bir konudan bahsederken Descartes’ı pas geçmek, en azından benim için nota bilmeden gitar çalmaya çalışmak gibi olurdu. Bu anlamda yer yer hem Descartes’a geleceğiz hem de zihin felsefesinin Batı ile Doğu arasında bir köprü olmasını sağlayacağız.

Şu an bu yazıyı okuduğunuz sırada zihninizde kelimeler aracılığıyla bir algılama süreci yaşıyorsunuz. Ancak bu algılama bütünüyle zihinsel bir eylemden kaynaklanmıyor. Doğrusu, algılama bir süreç sonucu ortaya çıkıyor. Peki bu süreç nasıl işliyor? Öncelikle duyularınız vasıtasıyla dış dünya, yani fizikî dünya ile belli bir iletişim kuruyorsunuz ki şu anki iletişiminiz bu yazı sayesinde, dolaylı olarak benle gerçekleşiyor ve bu iletişimi bugüne kadar edindiğiniz bilgiler doğrultusunda yorumlayarak zihninizde algılıyor ve bir anlam biçiyorsunuz. Diğer bir deyiş ile: Şu saniyeye kadar duyularınız aracılığıyla öğrenmiş olduğunuz, deneyimlediğiniz tüm bilgiler −ki bazı Antik Yunan filozoflarına göre bu bilginin kaynağı da yine algılarımızdır−  sayesinde zihinsel bir eylem gerçekleştiriyorsunuz. Ancak bu eylemin yarattığı anlamın doğru olup olmadığı hakkında bir kesinlik yok. Zihninizde algıladıklarınız sadece duyularınızın yettiği ölçüde var ve gerçek olma ihtimali olmasına rağmen, aynı oranda gerçek olmama ihtimali de var. Gerçek olmama ihtimali birçokları için daha olanak dışı olacağı için bu konuya minik bir açıklık getirmek istiyorum.

Evet, hepimiz diyebiliriz ki etrafımızda etkileşim kurduğumuz bütün nesneler fiziksel olarak oradalar. Onları görebiliyor veya dokunabiliyoruz. Ancak, tüm bu nesneler zihinsel bir kurgu sonucu ortaya çıktı ve bu kurgunun bize sundukları fiziksel oluşlarından başka bir şey değil. Yanlış anlaşılma olmaması için burada bir parantez açıp; kurgunun fiziksel ve zihinsel olarak iki farklı yönünün olduğunu söylemeliyiz. Dolayısıyla onları algılayabiliyor oluşumuz onların gerçekten var oldukları anlamına gelmiyor çünkü en nihayetinde zihin denilen fenomenin nasıl çalıştığını veya işlediğini bugün dahi net olarak bilemiyoruz. Diğer taraftan; edindiğimiz alışkanlıklar, düşünceler, fikirler veya bilgiler tamamen bize, yani özneye özgü şeyler. Bir kişi bardağa baktığı zaman farklı şeyler algılayabilirken, bir diğeri çok farklı şeyler algılayabilir. Bu duyular aracılığıyla elde edilen bilginin zihinde farklı yorumlanmasıdır. Bunu Protagoras “insan her şeyin ölçüsüdür” diyerek oldukça güzel özetlemiştir aslında.

Aynı Protagoras’ta olduğu gibi tüm bu kuşkucu bakış açısının temeli Antik Yunan’da dönem filozofları tarafından atıldı. Ancak o günün şartları bu kuşkuyu daha farklı yönlere çekmeye neden oldu. Bu konuya da değineceğim ama ondan önce; buraya kadar bahsettiğim kuşku basit bir şüphe duygusu değil. Daha çok Descartes gibi hemen her şeyden kuşku duymak… Bu kuşku duyma biçimi aslında bizi direkt olarak “gerçek nedir?” sorusuna götürüyor, çünkü bu soru öznede oluşan tüm kuşkuların temel kaynağını niteliyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse gerçek diye bahsettiğimiz şey, aynı Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi, tül bir perdenin arkasından bakmaktan çok farklı değil. Evet orada bir gerçeklik var ancak bu gerçekliğin kaynağı tam olarak ne? Kaynak dıştan mı geliyor, yoksa içten mi? Ne demek dıştan mı, yoksa içten mi geliyor? Demek istediğim, algıladığımız şeyler bizden bağımsız olarak mı oradalar, yoksa biz burada olduğumuz için mi oradalar? Belki de her ikisi de… Bu soruya net bir yanıt vermek gerçekten zor, ancak bu soruyu sorabilmemizi sağlayan şey ise yine kuşku, yani “gerçek nedir?” sorusudur. Peki, burada bir soru daha beliriyor. Kuşku duyan şey ne veya kim? Ben… Bir soru daha beliriyor. O halde kuşku insanı öznel mi yapar? Açıkçası evet, kuşku insanı öznel yapar çünkü tüm sorgulamaların nihai noktası “ben” denilen şeyde bitiyor. Ama, “ben” dediğim şey esasında neye tekabül ediyor?

Zihin felsefesi tanımı ilk kez 1820 yılında Thomas Brown’ın “Lectures of on the Philosophy of Mind” metninde yapılmış olmasına rağmen o güne kadar bu ekol aracılığı ile “ben” denilen fenomen hakkında oldukça fazla çıkarımda ve öneride bulunulmuştu bile. Öyle ki, bu bilgiye nasıl erişileceği hakkında yöntemler bile yaratılmıştı. Pythagoras ilk kez Gnostik terimini kullandığında −ki o dönem henüz Gnostisizm diye bir ekol yoktu, bu ekol M.S 100-200 yıllarında Clement tarafından kuruldu− aslında bu terim içerisinde bir yöntem de sunuyordu ve bu yöntem Delph mabedine yazdırdığı ve hepinizin The Matrix filminden de aşina olduğu “gnothi seauton” idi, yani “kendini tanı”. Bu öğüt ilk etapta basit bir sürece işaret ediyormuş gibi gözükebilir ancak sanılanın aksine buradaki amaç daha çok dış dünyadan kopuk ruhanî bir yaşam tarzı ile zihni takip etmeye dayanıyor. Bugün dünya üzerinde bulunan birçok din, öğreti veya teolojik felsefe kendi içerisinde farklı gnostik yöntemler ve biçimler barındırır, hatta bu yöntemler ve biçimler birbiri ile oldukça büyük benzerlikler taşır. Örneğin Tasavvuf veya bir diğer deyiş ile Sufizm, İslam dini içerisine yerleşmiş gnostik bir yöndür ve bu mistik felsefe ve onun kendi içerisindeki yöntemi ile kişi “ben” denilen şeyin ne olduğunu, buradan hareketle de varsayılan asıl hakikati yani tanrıyı bulmayı amaçlar. Özellikle Divan Edebiyatı’nda bu konu ile alakalı çok fazla nazım bulabilirsiniz. Bu nazımların muhtemelen en ünlüsü Yunus Emre‘nin “beni bende demen, ben de değilim, bir ben vardır bende, benden içeru…” dizeleridir. Örnekler tabii ki bunun ile sınırlı değil. Bir diğer örnek ise Antik Yunan’da Kynizm ekolünde karşımıza çıkıyor. Kynizm, o zamanlar Sokrates’in öğrencisi olan Anthisthenes tarafından kurulan yeni bir felsefe ekolüydü. Bu ekol tam anlamıyla ruhanî veya mistik bir ekol değildi ancak “ben” denilen fenomen üzerinden şekilleniyordu. Kyniklere göre kişi; toplumun dayattığı ahlaktan, tutkulardan, arzulardan ve diğer insanî durumlardan kendini kurtarmalıydı. Bu kurtuluşun amacı esasında kyniklere göre erdemli bir insan olmanın gerekliliği olsa da altında yine “ben”i yok etme amacı güdüyordu. Eğer “ben” yok olursa kişi, ihtiyacı olan bilgiye erişecekti ve bu bilgi onu erdemli bir insan yapacaktı.

Batı’da ve Anadolu topraklarında olan bu öğretilerin bir benzeri, tüm dünyayı etkisi altına alan Budist felsefedir. Budizm kendi içerisinde çok farklı ekollere sahip bu yüzden hepsini tek tek açıklamamız mümkün değil ancak konumuz ile bağlantılı olan birkaç örnek vermek gerekirse yakın tarihte yaşayan Bhagavan Sri Ramana Maharshi’nin öğretisinden bahsedebiliriz. 1950 yılında yaşamı son bulan Ramana Maharshi, öğretisini eski Hint metinlerinde yer alan Atma-vichara’dan alıyordu. Bu öğreti temelinde kim olduğumuzu araştıran mistik bir öğretiydi. Maharshi’ye göre zihinde ilk ortaya çıkan düşünce “ben”dir. Ona göre her şeyden önce “ben” düşüncesi ortaya çıkıyor olmalıydı, ancak ve ancak bu düşüncenin ardından diğer düşünceler var olabilirdi. Maharshi, aynı Descartes gibi, farkındalığın doğasını üç farklı şekilde ele aldı. Descartes’ta ilkin töz; tanrı, zihin ve madde iken, Maharsi’de farkındalık; varoluş, bilinç ve saadettir. Bu öğretiye göre zihin tanrıda ikamet ediyor ve bu yüzden zihin aracılığıyla tanrıya ulaşmanın yolu zihni sessizleştirmek geçiyordu. Bunu Maharshi şöyle özetler: “Ben” düşüncesinin mutlak olarak yok olduğu yerde Zat (tanrı) bulunur. Buna “Sessizlik” denilir. Zat’ın kendisi dünyadır; Zat’ın kendisi “Ben”dir; ve Zat’ın kendisi Tanrı’dır; hepsi Şiva’dır, Zat’tır. Bu öğreti esasında hemen hemen çoğu Budist öğretisinde (kullanılan tanrı figürleri farklı olsa da) aşağı yukarı aynıdır. Kişi belli yöntemler ile kendi zihnine bir yolculuk gerçekleştirir ve bu yolculuk yine kişinin zihninin sessizleşmesine yol açarak bilgi elde etmeyi amaçlar. Çünkü, sessizlikte asıl bahsedilen “ben” bulunur ve “ben” tüm kişiliklerden, düşüncelerden, hissiyatlardan ve diğer insanî durumlardan bağımsızdır.

Bu öğretinin bir paraleli ile Spinoza’nın felsefesinde de karşılaşıyoruz. Spinoza’nın duygulanım teorisine göre insan zihni aynı Maharsi’de olduğu gibi tamamı ile tanrı bilgisi ile doludur. Dolayısıyla tanrı bilgisine ancak ve ancak zihin aracılığıyla ulaşabiliriz. Bu bilgi Spinoza’ya göre insanı erdemli yapmaktadır çünkü zihnin en büyük erdemi tanrıyı bilmektir. Esasında tüm bu öğretiler ve felsefeler gösteriyor ki “ben” ve “tanrı” bilgilerinin kaynağı hem Doğu’da hem Batı’da ve hatta dünyanın hemen her yerinde gnostik bir yöntem ile elde edilmeye çalışıldı ta ki Descartes’a kadar.

“Düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesi belki de felsefe tarihinin en ünlü cümlelerinden birisidir. Descartes felsefesininin genel çerçevesini oluşturabilmek için bu yolculuğuna her şeyden şüphe ederek başladı. Hatta bir süre sonra bu durum öyle bir noktaya geldi ki Descartes’ın felsefesinde tek kuşku duymadığı nokta kuşku duyması oldu. Ancak belli bir aşamadan sonra bu yöntemin çok vakit alacağını düşünmesinden dolayı bundan vazgeçti. Yine de bu süreç boyunca elde ettiği bir fikir vardı, o da; düşünüyorum, öyleyse varım idi. Bu düşünceyi kendi felsefesinin temeline koydu ve her şeyi bunun üzerine inşa etti. Descartes’ın amacı Ortaçağ düşünürlerinden biraz farklıydı. Çünkü Descartes bir “ben” fenomeni yaratırken içsel dünyadan değil daha çok dışsal olandan faydalandı ve kanıtlarının neredeyse hepsinde dış dünyayı ve tanrıyı kullanarak kendi varlığının bir kanıtını sundu. Bu kanıt zihin felsefesi için bir devrim niteliği taşıyordu çünkü artık kullanılan yöntem tam anlamıyla gnostik değil, aksine daha dışa dönüktü. Nihai olarak ise fizik ile metafiziği ayırarak ikisinin farklı yöntemlere sahip olduğunu söyledi.

Sonuç olarak, şu an bahsetmemiş olsam bile tarih boyunca birçok düşünür bu konu üzerinde çok uzun saatler harcamıştır. Gerçi hepsinden bahsetmek zaten birkaç sayfada pek mümkün değil. O yüzden belli başlı kişiler üzerinden giderek “ben” denilen fenomenin zihinde nasıl bir yer işgal ettiğini açıklamaya çalıştım. Descartes zihin felsefesini belli bir noktaya kadar taşımış olsa bile, bugün hâlâ birçok gnostik öğreti bu arayışı sürdürmektedir. Dolayısıyla bu bitmeyen yolculukta kulağımızda Simon&Garfunkel’dan The Sound of the Silence çalsın, biz yine Descartes’ın cümlesindeki gizli öznenin kim veya ne olduğunu düşünelim…

Kaynakça:
RUSSELL, Bertrand. (2017). Batı Felsefesi Tarihi 1. Cilt. İstanbul: Alfa Yayınları.
RUSSELL, Bertrand. (2017). Batı Felsefesi Tarihi 3. Cilt. İstanbul: Alfa Yayınları.
GRAY, John. (2018). Kuklanın Ruhu- İnsan Özgürlüğüne Kısa Bir Bakış. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Yrd. Doç. Dr. Harun IŞIK, “Gnostisizmin Genel Teolojik Arka Planı ve Tarihsel Gelişimi”, Gnostik Akımlar ve Okültizm Sempozyumu (2012).
Bhagavansri Ramana Maharshi, “Kimim Ben?” https://www.sriramanamaharshi.org/downloadbooks/whoami_all_languages/Who-am-I-Turkish.pdf

Dicle Üniversitesi. Bir Felsefe Dalı Olarak Zihin Felsefesi. https://www.dicle.edu.tr/Contents/34c01def-19d7-4f7a-bdfb-f7959d01712f.pdf

Yazar: Kaan Onur Kaftanoğlu

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır.
Düşünbil Portal’da yayınlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur. 


Paylaş

Kaan Onur Kaftanoglu

92 yılının Mart ayında İstanbul Anadolu Yakası'nda doğdu. Lisans eğitimini İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine tamamladı. Lisans eğitiminin ardından kısa bir süre İngilizce ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Şu an ise bir araştırma şirketinde çalışmaya devam ediyor.