• 10 Ocak 2018
  • Aziz Ardıç
  • 0
Paylaş

Bu metinde eğitim-öğretim sisteminin yapısal ve tarihsel incelemesini yapıp insan zihninin durağanlaşması –ya da aptallaştırma- ile bir bağıntısı olup olmadığını incelemeye çalışacağız.

İnsan fizyolojisinde doğan herkese “insan” demeli miyiz? “İnsan” demediğimiz kişilere “vatandaşlık hakkı” vermeli miyiz? “İnsan doğası” kavramı kötülük veya onunla ilintili kavramları da barındırır mı; örneğin kin, hırçınlık, zevk düşkünlüğü, hırsızlık vb. gibi kavramlar insan doğası kavramı tarafından kapsanır mı? Bu tür soruların yeni olmadığını Latin yazar Cicero tarafından –elbette daha önceki düşünürler tarafından da- derinlemesine tartışılmış olmasından dolayı biliyoruz. İnsanların canlarına iktidar emelleri uğruna tereddüt etmeden kastedebilen, zevk ve maddiyat düşkünü bir tiran ile; insanlara, hayvanlara, doğaya zararı bulunmayan ve mütevazı bir yaşam tarzının yanında yaratıcılığının bir sonraki nesle aktarılması uğruna çaba gösteren bir bilginin, “insan” paydası altında eş tutulması sorgulanamaz mı?

İnsan, uzun bir sosyalizasyon döneminden geçer. Bu dönem doğumundan ölümüne kadar bir takım kritik evreleri de barındıran bir eğitim ve koşullanma dönemidir. Kişi burada içine doğduğu dil dünyasının sembol ve ritüelleriyle donatılır. Bunu takiben, zihin yapılanması ve eylem arasında sıkı bağıntıların olduğu yaşam pratikleri yer alır. Bu analiz, tarihte bir çok düşünür, ekol, sistem veya egemen tarafından dile getirilmese de benimsenmiştir. Ana motto, insan zihninin biçimlenebilir olmasıdır. Birbiriyle ilgisi yokmuş gibi görünen antik dünyadaki Stoacılar ile Skinnerci koşullanma ekolü bu mottodan beslenir örneğin. Yukarıda sözü edilen Cicero da bu düşünceyi içselleştirmiş olacak ki, insanın belirli bir eğitimden geçmesinin ancak ve ancak onu hak ettiği yere -salt biyolojik anlamda insan yapmanın ötesinde bir yere- taşımasına imkan vereceğini söyler. Hukuk, retorik, mantık, etik, jimnastik, psikoloji, antropoloji, tarih vb. disiplinlerdeki bilgilerle donatılmalıydı insan Cicero’ya göre. Bu insana vatandaşlık hakkı kuşkusuz bir şekilde verilmeliydi ve toplumun yönetilmesi, yani demokrasiye aktif katılımında bir sakınca görülmemeliydi. Pratik bilgiyi yücelten Roma kültürü için bu düşünceler elbette ki önem arz edecekti. Cicero’nun çağdaşı Quintilianus ile olan yakın ilişkisi bu açıdan önemlidir. Roma’nın ilk maaşlı öğretmeni olan Quintilianus yazdığı İnstitutio Oratoria yapıtı, eğitimden geçecek olan çocuğun hangi sistemden geçmesi gerektiği, bu sistemin faydasını ve bir takım pedagojik teorileri barındırır. Bu dönemin ve isimlerin vurgulanması tartışılan konunun ve pratiğin Roma’da kalmayıp bugüne kadar taşınabilmiş olmasıdır. Bugün eğitimin “ulusallaşmış” ve birçok yerde zorunlu olması, belirli yaşlarda belirli eğitimden geçen çocuğun otorite tarafından bilgisinin sınanması, toplumsal statünün bu bilgiye erişim imkanlarından ve yaratıcılıktan pay alması, liberal, sosyalist ya da anarşist teorisyenlerin oluşturdukları sistemde eğitim paydasını geniş tutmaları ve daha sayılacak bir çok modern pratiğin kodları modern öncesi zamanda oluşturulmuştur.

Günlük hayatta insanın rutin yaşamı, genel olarak teknik bilgi veya davranışın doğa yasalarına uygunluğunu sorgulamaktan ziyade ahlaki bilgi ve becerilere ihtiyaç duymaktadır. Bu gerçek, eğitim sisteminin ahlaki öğretileri de kapsaması gerektirdiğini düşündürecektir. Nihayetinde durum geçmişte bu hattan farklı istikamette seyretmemiştir. Özellikle ortaçağda eğitimde ahlaki –özellike dini dogmatik konjektürde- öğretiler geniş yer bulmuştur kendine. Tikel insan eylemlerinin mesuliyeti yine insan ve tanrı arasında olsa da toplumsal yansımaları ve diğer insanların yaşamına etkisi belirgin olacak ki, bir ülküden ziyade söylemlerin otoriteler tarafından vurgulanarak toplumsal düzen ideali birincil plandadır.

Peki modern zamanda ne değişmiştir –ya da değişen bir unsur var mıdır? Özellikle Avrupa kıtasında ahlaki öğretilerin ekonomik çıkarlarla ilişkisi fark edildiğinden mi yoksa pozitif bilimlerle olan sürtüşmeden dolayı mı bu konunun eleştiriye açılması mümkün olmuştur? Soruyu bir adım geriye götürerek ortaçağ ile modern zaman arasındaki evrede eleştirilerin eğitim sistemine karşı mı yoksa eğitim sisteminin içeriğine karşı mı argümanlar içerdiği sorusuna yönelmemiz daha uygun olacaktır. Şüpheciliğin bir yöntem olarak eğitim sistemini dönüştürmesi ve kısa zamanda pozitif bilimlerin fonlanması, kurumsallaşması ve hareket edecek alan bulmasından anlaşılan şudur ki; bu dönemin eğitim sisteminin içeriği ile ilgili argümanlar, insan zihninin bu içeriğe olan yatkınlığı ve imkanı ekseninde, eğitim sisteminin kendisinden daha fazla ön plana çıkmıştır. Eğitim/öğretim sisteminin kurumsallaşması günümüze kadar hızla ilerlemiş olup, tartışmalar sürekli bu sistemin içeriği etrafında şekillenmiştir. Düzen ve ilerleme (order and progress) sloganıyla insan yaşamına sirayet eden her olgunun bu sisteme dahil edilme kaygısı –eğer bir adım ileri götürmek mümkünse anksiyetesi- belirginleşmiştir.

Toplumsal yapıda da bu dönem sonrası kırılmalar yaşanmıştır. Toplumda sınıfsal, ideolojik, cinsiyetçi, siyasi ve iktisadi iktidarlar arasındaki ilişkiler karmaşıklaşmıştır ve belirginsizleşmiştir. Her iktidar, talebi olan düşünceyi kendi söylemleriyle toplumsal kurumlara sirayet ettirmek için kendi hegemonyasını kurmak üzere yarış halindedir. Doğaldır ki eğitim-öğretim kurumu burada her iktidar / iktidar talebinde bulunanın dikkatini çeker. Yakın zamanda düşünsel dünyadaki birey-özne kırılmasını bu açıdan inceleyebiliriz. Kendi kararlarını kendi verebilen, kararlarını mantıksal süzgeçten geçirebilen, hür düşüncelerle topluma tabi fakat ondan bağımsız hareketleri de mümkün olabilen bir insan modeli mi; iktidar söylemlerinden bağımsız olmayan ve eylemlerini, artık hakikatleşme derecesine ulaşabilmiş bu söylemler aracılığıyla gerçekleştiren pasifize olmuş bir insan modeli mi? Postmodern tartışmaların arka planındaki ana hatları bu iki kanatta tavır sergileyen düşünürler şekillendirmektedir.

Sonuç olarak insanın kendine özgün sosyalizasyon sürecinden geçmesi ve dilin dünyasına doğmasından dolayı eğitim-öğretimden kaçınması pek olanaklı görülmemiştir. Tarihte öğretim sisteminin varlığından ziyade içeriği ile ilgili olan tartışmaların büyük oranda yer kaplaması, insan doğasının kurumsallaşmış ya da kurumsallaşmamış bir şekilde dünyayı düzenli algılamak için kabullere ihtiyaç duymasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde kurumsallaşmanın yaygınlık kazanması böyle bir sistemin yeni bir olgu olduğunu göstermez. Kendine, ötekine, doğaya, canlıya ve dile tahakküm isteği olan bir türün, bunu gelişigüzel başaramayacağını deneyimle sabit olan doğasında, sistemleştirme stratejisi anlaşılır görülmektedir. Bu sistemlerin değiştirilmesi ve değiştirilen sistemlerin devamlılığını savunan insan popülasyonları da doğal olarak varlığını sürdürecektir. Burada durağan veya “aptal” olarak ikinci grubu almak tartışmanın yukarıda seyreden arka planını kaçırmak demektir. Antik dünyadaki “vatandaşlık hakkı”, ortaçağdaki “ahlaki eylem sorumluluğu”, modern zamandaki “iktidar savaşları” tartışmaları bu tartışmalardan soyutlanamaz. Dönemler değiştikçe tartışmaların seyri de değişmiş ve karmaşıklaşmıştır. Ancak insan zihninin biçimlendirilebilir olmasının farkındalığı sabit ve yönlendirici olmuştur. Bundan kaçınmak hayal edilebilir mi, olanaklı mıdır? Kurumsallaşmış eğitim-öğretim sisteminin örneğin paleotik veya primativ insan yaşamının pratiklerinden farklı kılan bir kodu var mıdır? Tarihte yaşanan kırılmalar –örneğin milli eğitiminin meşruluk kazanması- insanın sistem karşısında pasifize olmasını büyük oranda tetikleyici bir unsur kabul edilebilir mi? Bu sorular günümüzdeki verilerle net bir şekilde cevaplanmış olmayıp tahminen her zaman tartışılmaya değer olacak gibi görülüyor. Bu yazıda sadece tartışmaların ana ekseni betimlenmeye çalışılmış olup küçük çapta bir değerlendirme girişiminde bulunulmuştur.

Yazar: Aziz Ardıç

Düşünbil Portal’da yayımlanan, Düşünbil yazar ve çevirmenlerine ait herhangi bir yazı, çeviri, makale ve haber izin alınmadan basılı olarak ya da internet ortamında kullanılamaz, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. İzinsiz kullananlar hakkında hukuki yollara başvurulacaktır. Düşünbil Portal’da yayımlanan tüm özgün yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.


Paylaş

Aziz Ardıç

İstanbul Üniversitesinde Antropoloji, Latin Dili ve Edebiyatı ve Felsefe alanlarında eğitim aldı. Lisans tezini insanın dil yetisi üzerine yazdı. Şu anda aynı üniversitenin Felsefe bölümünde yüksek lisans öğrencisi. Felsefenin dil, politika, bilim, matematik, epistemoloji, etik; Roma düşünce tarihi ve etnografya alanlarında akademik çalışmalar yayınlama ve ayrıca Latince kitaplar çevirme hedefleri var. Düşünsel anlamda en çok etkilendiği kişi Michel Foucault'dur. Aynı zamanda çeşitli STK'larda gönüllülük faaliyetleri yürütmekte, tiyatro asistanlığı yapmakta ve tarımla ilgilenmektedir.